Seni Sen Yapan Şeyler...

Seni Sen Yapan Şeyler Neler... Neyi Seversin?


♥ Prensiplerimi seviyorum. Beni ben yapan karakterim.
♥ Ailemi seviyorum.
♥ Evimi seviyorum. Evimin her köşesinde benden izler görmeyi..
♥ Dolu dolu yaşayamasam da çocukluğumu ve çocukluğumun bana hatırlattıklarını seviyorum.
♥ Eskilerin eskimeyen güzelliğini seviyorum. Eski eşyaları, fotoğrafları, mektupları, giysileri, şarkıları, velhâsıl insanlarını.. Eskileri seviyor antika ruhum.. bugünde tat yok, yozlaştı hayatımız; yarınsa ne olacak meçhul..
♥ Yalnızlığımı seviyorum. Buna olan düşkünlüğümü, bağımsızlığımın bana öğrettiği her şeyi, kendime zaman ayırmayı, bu sayede kendimi geliştirmeyi seviyorum. (Not: Kastettiğim kimsesizlik veya tek başınalık değil! Seçici soyutlanmadır. Kendi kendine yetebilmektir.)
♥ Sessizliği, dinginliği, sükûnetin verdiği huzuru çok ama çok seviyorum. 
♥ Sabah kahvaltısını seviyorum. Günün en sevdiğim öğünü; kahvaltı. Ne demiş Cemal Süreya:
''Yemek yemek üzerine ne düşünürsünüz bilmem 
ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı.''
♥ Çiçekleri seviyorum. Özellikle papatya ve kır çiçeklerini.. Özel ilgi istemeyen, yalnız başına da çiçek açabilenleri..
♥ Herhangi bir konuda araştırma yapmayı seviyorum. 
♥ Boş muhabbetlerden uzak durmayı seviyorum. Çok konuşmak bana göre değil..
♥ Kitapları, kitapçıları, kitap kokusunu seviyorum.
♥ Kendimce yazı yazmayı, bir şeyler hakkında not almayı seviyorum. 
Not: Okumanın ve yazmanın insana derinlik kattığına inanıyorum, o yüzden her şeye rağmen bu dünyada okur yazar insanlara daha bir saygıyla bakıyorum.
♥ Kitap okurken önemli ve dikkate değer bulduğum yerlerin altını çizmeyi, kenarına notlar almayı, kitapla ve karakterle bağ kurmayı seviyorum.
♥ Blog okumayı ve güzel bloglar keşfetmeyi seviyorum. Bu sayede çok şey öğrendim. Blog işine adım atmam, biraz da bu sebepten oldu. Yazdıklarımı okuyan, hattâ güzel geri dönüş yapanları görünce mutlu oluyorum.
♥ Sahip olmadığım şeylerin peşinde koşmaktansa, sahip olduklarımın değerini bilmeyi seviyorum. Bunun için çabalıyorum.
♥ Ümitvâr olmayı ve güzelliklere olan inancımla umut etmeyi seviyorum. 
♥ Taze pişmiş ekmek kokusunu seviyorum. Buharı tüten mısır kokusunu, dalından koparılan domatesi, çimenleri..
♥ Doğada yürüyüş yapmayı seviyorum. 
♥ Çay ve simit ikilisini seviyorum.
♥ Yağmuru ve yağmurdan sonra gelen toprak kokusunu seviyorum..
♥ Bebekleri seviyorum. Onların o tatlı, şaşkın, sevimli hâllerini.. Kokuları... cennetin kokusu sanki.. Allah'ım nazarlardan esirgesin.
♥ Çocukla çocuk olmayı seviyorum. Bir çocukla iletişim kurarken onların seviyesine inmek gerekiyor çünkü.
♥ Yaptığım yemeklerin sevdiklerim tarafından beğenilmesini seviyorum. Onlar beğendiyse başkalarının da beğeneceğini umuyorum.
♥ Ne otobüs ne uçak... Uzun tren yolculuklarını seviyorum. 
♥ Tarihî mekânları ve müze gezilerini seviyorum. Taşlara dokunmayı, hissetmeyi... Yürüdüğüm yollarda asırlar önce birilerinin sevinçlerini, acılarını, savaşlarını hayal edip zamanda yolculuğa çıkıyorum.
♥ Sevdiklerimle sohbet etmeyi seviyorum. Dışarıdan soğuk göründüğümü söylerler; çünkü herkese aynı değilim. Soğuk değil de gereksiz samimiyetler kurmak yerine zamanla oturan seviyeli insan ilişkilerini seviyoruz sadece. 

Oooo, daha çok şey yazarım, bu liste uzar gider... İyisi mi, şimdilik burada bırakayım.

Filme Dair: Blind (Karanlığın Gözleri)


Türü: Polisiye, gerilim, korku
Yapım: 2011 - Güney Kore

Uyarı: Yazı, filme dair mecburi spoiler/sürprizbozan içerebilir!!!

Görme engelli bir kadının korkunç bir cinayetin tek tanığı olmasıyla olayların gelişmesini anlatan gerilim filmi. Yalnız yaşayan görme engelli Min Soo-Ah, kardeşinin öldüğü kazada görme yetisini kaybetmiş eski bir polis memuru. Bir gün yağmurlu bir gecede bindiği taksi şoförünün bir seri katil olduğundan şüphelenir. Polise gider, bildiklerini anlatır. Ancak polis, kadın görmediği için onu pek kale almaz ama duyularının güçlü olduğunu anlayınca ona inanır. Böylece kadının anlattıkları ölçüsünde olay araştırılır. O sırada genç bir görgü tanığı ortaya çıkar ve Soo-Ah'ın bindiği arabanın bir taksi olmadığını iddia eder. İşler karmaşık hale gelmiş, bu arada seri katil görgü tanıklarını ortadan kaldırmak için harekete geçer. Ancak Min Soo-Ah gözlerini yitirse de algılarını ve cesaretini yitirmemiştir. 

Başrol kadın oyunca Kim Ha-Neul'un oyunculuğunu seviyorum. Bu filmde de rolünü oynamamış, yaşamış adeta. Bu film aynı zamanda en iyi senaryo ödülü almış. 

Gezi Notları: Ağlayan Kaya


Ağlayan Kaya Şelalesi, diğer adıyla Yeşildere veya Sakızcılar Asmaaltı Şelalesi; Denizli'nin en çok ziyaret edilen yerleşim yerlerinden birisidir. Alabalık ve kümes hayvanlarının yetiştirildiği, şehrin kalabalığından yeşilin huzuruna kaçmak isteyenlerin tercih ettiği bir yer. Buraya gelenleri tek bir işletme karşılıyor: Hocanın Yeri. Tesis, Ağlayan Kaya ile özdeşleşmiş durumda. Bilindik ve duyulduk bir yer. Merkeze yaklaşık 35 km. uzaklıkta yer alan şelale, Çal ilçesinin Sakızcılar Köyü'nde serin, yeşil, çınar ağaçlarıyla kaplı güzel bir yer.


''Ağlayan Kaya'' denmesinin sebebi, bölgede Yeşildere Şelalesi'nin ağlayan bir kayayı andıran doğal güzelliği meydana getirmiş olması. Gelenleri temiz bir tesis ve doğa manzarası karşılıyor. Bölgede yıllar önce kurulan tesis, doğal mimarisi sayesinde yeşille dost bir mekân hâline gelmiş. Tesiste çok özel hazırlanmış konaklama ve dinlenme yerleri var. Ailece veya arkadaş çevresiyle oturabileceğiniz ayrı bölümler yapılmış. Alabalıkların bulunduğu havuzları gezdikten sonra buralarda dinlenmenin keyfini çıkarıyorsunuz. Ziyaretçiler, yazın sıcağında buraya serinlemek için geliyor, burada üretilen alabalıkların tadına bakıyorlar. 


Ailecek gittiğimiz bu mekândan memnun kaldık, ferahladık. Doğayı ve sadeliği sevenler için mükemmel bir yer diyebilirim.. Bir yorgunluk kahvesi eşliğinde huzuru dinleyebileyeceğiniz, doğayı izleyerek hayallere dalabileceğiniz bir yer.. Denizli'de gezilecek yerler listesindeki bu doğal güzellik, temiz havayı teneffüs etmek için büyük bir fırsat.

Kitap: Kur'an, Tevrat ve İncil'in Sümer'deki Kökeni


Ne taarruz ne müdafaa, sadece tetkik ..

İnananlar için kafa karıştırıcı ve sarsıcı bir kitap. Kur'an'dan âyetler, Tevrat ve Sümer dini ve kanunları karşılaştırılarak oluşturulmuş bir eser. Okuyanlar görecektir ki, bazı yorumlar zorlama ve tutarsız. (Yabancı kaynaklardan alıntı yapmak, yabancı yazarların haklı olduğunu göstermez!) Kaynaklar yetersiz. Örneğin; Muazzez Hanım'ın (daha kitabın başında) aralarda kullandığı ''bir kitapta okumuştum.'' ifadesi sonrası kaynak göstermemesi hiçbir ilmî çalışma için geçerli değildir. (Birçok konuda kaynak gösterip bu ifadelerinde neden kaynak göstermemiş acep?) 

Nuh Tufanı, ilk yaratılış, dinlerin karşılaştırılması, başörtüsünün tarihi gibi birçok konu yer alıyor. Örneğin; eski zamanlarda başörtüsü bir saygınlık belirtisiydi ama yazar yazıya direk başörtüsünün genel kadınların diğer kadınlardan farklı olduğunun bilinmesi için olduğunu belirterek başlamış. İslâmda ise başörtüsünün basitçe 'erkekten kaçınma' olarak geçtiğini söylemiş. Oysaki İslâmiyet'te örtünmenin amacı; başkasının bakışlarından ve etraftaki günahlardan korunmak, erkeklerin gözlerini sakınması kadınların ise iffetini koruması içindir. Ayrıca başörtüsü sadece İslâm dininde değil, Yahudilik ve Hristiyanlık olmak üzere eski toplumların inanışlarında da yeri vardır! Öte yandan, Hz. Meryem'e ithafen Türk destanlarında olduğu gibi çeşitli halkların efsanelerinde de ilginç gebe kalma hikâyelerinin mevcut olduğu ifade edilmiş. Yazar ayrıca Sümer efsaneleri, Tevrat ve Kur'an'ı karşılaştırayım derken konuların Kur'an-ı Kerim'de çok yüzeysel anlatıldığından (hatta Tevrat'ta geçen hikâyelerin Kur'an'da yarım yamalak anlatıldığından) dem vurmuş. Kur'an zaten az ve öz anlatır. Bunu din âlimleri daha iyi bilir ki, daha iyi anlamak için tefsirinden faydalanıyoruz. Dahası yazar yabancı bir yazarın (Robert Cooper) fikrini ortaya koymuş: ''İlk insanın çamurdan meydana geldiğini, hayat nefesi verilerek canlandığına inanmak... ancak barbarların yaşadığı çağa ait olmalı.'' diyor. İnanmayanlar olabilir, inananlara çamur atmasınlar yeter ki.. Adı geçen yazar kitabın başka bir yerinde Tanrı bildirisinin uydurma olduğunu, Tevrat'ı Hz. Musa'nın yazdığını, Eyüp Peygamber'in hikâyesinin Yahudilerde olmadığı için dâhice yazılmış bir kompozisyon olduğunu söylüyor. Diğer yandan yazarımız, Sümer'de aşk ve bereket tanrıçası İnanna ile Çoban tanrısı Dummuzi'nin birlikteliğini defalarca anlatmış, acaba dedim kaçırdığım daha ayrıntılı bir yer mi vardı diye düşündüm, yok zaten bilinen aynı efsaneyi kitabın her yerinde anlatmış. Kitabına kaynak olarak aldığı Turan Dursun ve İlhan Arsel kitaplarının ufkunu açtığını ifade etmiş, bu yazarların güvenirliğini tam olarak bilmiyorum, kitaplarını okumak gerek elbette ki Muazzez Hanım'ın garip yorumlarını anlamak açısından. 

Şu da var ki, efsaneler uzun çağlar içinde mekâna göre, ağızdan ağıza dolaşırken insanlar onları kendi algılarına göre çeşitli şekilde yorumlamışlar. Dinlerin de, kültürlere etki ederek toplumların düşünce ve hayal gücüne göre şekillendiği anlatılmış. Yazar öyle başlıklar atmış ki, sanki kasıtlı olarak hoşnutsuz bir şeyi ispatlama çabasında. (Bkz. İbrahim Peygamber, Karısı Sara'yı Neden Firavun'a Sundu? ..) Peygamberler hakkında saygısızca yaptığı öznel yargılarını tasvip etmiyorum.

Evet, yazar bir Sümerolog.. ama akademisyen olmadığını kendisi de söylemişti.. Çivi yazılı tabletler üzerinde yaptığı çalışmaları tebrik ediyorum elbette; ancak bir konu hakkında kesin bir bilgiyi o konunun uzmanı verir. Her bilim kendi uzmanı tarafından değerlendirilmeli. Din hakkındaki öznel yorumları hoşuma gitmedi. Okuyanların çoğunun deist veya ateist olduğu yönünde eleştiriler mevcut. (İnancını terk etmek ne kadar kolaysa artık.. Araştırmak isteyenler kitap incelemelerini okuyabilir.) Velhasıl, sorgulayarak okumak gerekir. Karşılaştırmalı bir kitap yazmak için antik eserlerlerden birçok kaynağın olması gerekir, üç beş yazarın kitabı bu konuda yetersiz diye düşünüyorum. 
Kitapla ve sevgiyle kalın..

Kitabın Künyesi:

Adı: Kur'an, Tevrat ve İncil'in Sümer'deki Kökeni
Yazarı: Muazzez İlmiye Çığ
Türü: Tarih, araştırma-inceleme
Sayfa: 144
Yayınevi: Kaynak Yayınları

Alıntılar: 

Batıda uygarlıkla ilgili her konunun başlangıcı Yunan'da denir. Halbuki şimdi yapılan araştırmalar bunun yanlış olduğunu, hepsinin kaynağının Sümerlilere dayandığını gösteriyor. (şu her şeyi çalan Yunanlılar)
* Yeni yapılan binalar, içine girmeden önce dinsel bir temizlikten geçirilirdi. Temizlik, atasözlerine bile, ''Yıkanmamış elle yemek yeme!'' olarak girmiş.
* Kimin ne kadar Allah'a yakın olduğunu kimse bilemez.: Kur'an'da, bazı hocaların uydurduğu gibi, başlarını örtmeyen kadınların cehennemde saçlarından asılacakları şeklinde bir ayet olmadığı gibi örtünenlerin de cennete gideceği yazılmıyor. 
* Sümer'de, yeraltındaki ölülerin ruhları için yiyecek ve kurbanlar sunulmazsa, onlar yeryüzüne çıkarak insanlara rahatsızlık veriyorlar. Ölenlerin arkasından çok fazla ağlayıp sızlanmak onları sıkıyor. İslamiyette de ölüler için yapılan dualar, kurbanlar bu inanışın bir devamı. Bizde de "çok ağlayıp ölünün ruhunu rahatsız etmeyin" sözü vardır.
* Evrensel İlkeler: Musa'nın kanununda bulunan anaya babaya saygı, kimseyi öldürmeyeceksin, zina yapmayacaksın, çalmayacaksın, yalan tanıklık etmeyeceksin, komşunun karısına ve malına göz dikmeyeceksin gibi kurallar Sümer kanununda da aynı. (Tevrat - On Emir. Sadece Yahudilikte değil diğer dinlerde de aynı ilkeler)

Kitap: Deniz Kızı


Acılı bir insanın mutlu şeyler yazmasını bekleyemezsiniz..

Kemalettin Tuğcu, usta bir yazar.. Eserlerinde bu toprakların acılı çocukları başroldeydi ama sonunda büyüyüp iyi birer insan oluyorlardı. E acılı bir insanın mutlu şeyler yazmasını bekleyemezsiniz. İşte gerçeklik budur. Eserlerinin bir kısmı filmlere uyarlandı ve bir nesil Kemalettin Tuğcu ile büyüdü.
...

Bilge, Boğaziçi'nde Emekliler Köyü denilen tenha bir köyde yaşardı. Balıkçı Arif Reis'in kızıydı. Bir gün Arif Reis'in kayığı, arkadaşlarıyla birlikte çıktığı balıktan dönmemişti. Bilge yetim kaldığında henüz dört yaşındaydı ama babasını bir gün dönüp gelecek zannediyordu. Öte yandan yalıda bir gece yangın çıkmış, annesi Bilge'yi kaptığı gibi kendini dışarı zor atmıştı. Hâl böyle olunca geçimleri zora girmişti. Doktor Kenan Bey, eşi Saime Hanımla birlikte ana kızı yanlarına yalıya aldılar. Böylece anne Dürdane Hanım, yalının bütün işini üzerine alıp evi toparlayarak Saime Hanım'a yardımcı oluyordu. Bilge büyüdü, okula başladı. Doktor ve eşinin çocukları olmadığı için Bilge'yi kendi kızları gibi seviyor, onun tüm masraflarını karşılıyorlardı. Bilge'nin annesi hastalanıp vefat edince de onu evlatlık aldılar. 

Bilge, denize alışıktı. Yunuslarla birlikte yüzerdi. Yüzmeyi küçükken babasından öğrenmiş, tuttuğu balıklardan muhtaçlara dağıtırdı. İnsanlar Bilge'nin zengin Doktorların yalısına yerleşmesi hakkında dedikodu yapsa da o bu tür söylentilere aldıracak kız değildi. Okuyup Kenan Bey gibi doktor olacaktı. Evlilik yaşına gelince kızın mirasının peşinde olanlar artmaya başladı. Bilge pas vermeyince kıza iftira bile attılar. İşte kötü kalpli insanlar böyledir, kendi istekleri olmayınca karalamaya çalışırlar. Bilge, bunlara aldırış etmeden doğru bildiği yoldan ayrılmadı ve kısmetini buldu. Köşklerde yaşayan zengin şımarık gençlere aldırmadan ahlaklı ve dürüst yaşamını sürdürerek üniversiteyi bitiren başarılı bir kızın romanı.. Kemalettin Tuğcu eserleri mutlaka okunmalı diyorum. 
Kitapla ve sevgiyle kalın..

Kitabın Künyesi:

Kitabın Adı: Deniz Kızı
Yazarı: Kemalettin Tuğcu
Türü: Roman, çocuk edebiyatı
Sayfa: 80
Yayınevi: Damla Yayınevi

Alıntılar:

* Hekimlik; hastalık, sağlık, açlık, tokluk, yorgunluk tanımayan bir meslekti. Çağırıldığı hastaya gitmek zorundaydı bir hekim. 

Köyde her şey yoktu, ama ucuzluktu. (Köye mi taşınsak, ottan yemeğimi çıkarırım hiç olmazsa :)

* Kızım, sakatlık insanın kendi suçu, ahlaksızlığı değildir. Bu, bir talihsizliktir. (Her insan bir engelli adayıdır.)

* içleri temiz, ahlakları güzel olmayan insanlar.. Hem ellerini uzatıp yardım etmezler, hem de yardım edenlere çirkef atarlar.

* Yangın bizim yalımızı değil, bütün geçmişimizi ve anılarımızı da yaktı. (Depremde yıkılan evler değil anılardı..)

* Kanunla evlat edinilen çocuklar, öz evlattan farksızdırlar. 
- Elin kızı ele evlat olur mu ki?
- Niçin olmasın? Bizim çocuğumuz olmadı.

* Görmemek yeğdir, görüp divâne olmaktan seni...

* Ayrılmak kolay değil. Ama dünyanın işi böyledir. Doğduğumuz gün ölüme mahkûm olmuşuzdur. Bu dünyanın bir de ahireti var.

* Bu kolay değil, dedi. Rıhtımdan balık tutar gibi hayat arkadaşı tutulmaz. Sonra kiralık ev gibi gazeteye ilan vererek koca da arayamayız.

* Hatırşinastı, saygılıydı, selamını esirgemezdi... (Çok değil, verdiğimiz değeri görsek yeter.)

Dergi: Çelebi Dergisi - Sayı: 4

 Bir güzel ahde vefâ..

Dosya Konusu: Türkmen Ağası Dündar Taşer

"Dündar Ağam, heç çıkmasın ürekten, 
Sayasında dertleşirih iraktan." 

Tarih, kültür ve düşünce dergisi Çelebi, yine güzel bir sayıya imza atmış, ahde vefâ gösterip yazınımıza katkı sunmuş. Cemil Meriç'in ifadesiyle "vicdanını kaybeden bir devrin vicdanı" olmuş müstesna bir şahsiyet. Onun, döneme damgasını vuran tespit ve değerlendirmeleri bugün dahi geçerliliği korumakta. O, üslûbuyla herkesi etrafında toplamış bir gönül insanıdır. Kısa ömrüne rağmen büyük işler başarmış, ülkesini ve milletini çok iyi tahlil etmiş, gerçek mânâda "aydın" diyebileceğimiz bir münevverdir. Ülkemizde böyle nadir yetişen insanlara o kadar ihtiyacımız var ki.. Bu ülkede yaşayıp da vatansever insanların "Ne olacak bu memleketin hâli" diye kaygılanmadığı olmamıştır herhalde.. İşte rahmetli Dündar Taşer bu kaygıyla çıkmış yola. Umarım üzerine titrediği gençlik gibi, hatırâsı genç kuşaklara can suyu olur. Ruhu şâd, mekânı cennet olsun. Birlik beraberlik içinde, aydınlık güzel günlere diyelim.
Çelebi Dergisi'ni tebrik ediyorum. Emeği geçen gönüller vâr olsun. 
Kitapla ve sevgiyle kalın..

Dilâver Cebeci, çok göresim geldi nerdesin, demiş. Biz de rahmetle yâd ediyoruz. .
"Dündar Ağam, çok görestim hardasan" diyen dostlar okumalı, okutturulmalı.

Alıntılar:

Yetkililere sesleniyoruz: Günümüzde Türk gençliğinin bu durumda olmasının asıl problemi eğitim öğretim düzenindeki noksanların olduğu bilinmektedir. Taşer bu konu hakkında, "Bütün mücadelemizin boşa gitmesindeki asıl sebep millî bir eğitimimizin olmamasıdır. Topyekûn milletin ve önemle gençliğin, eğitim konusu halledilmeden hiçbir meselenin hâli mümkün değildir." diyerek eğitimin Türk gençliği üzerindeki etkisini vurgulamaktadır. (s.374)

* Tarih bir bütündür, pasta böler gibi bölünmez: Geçmişe sövmek, bugünün insanına bir şey kazandırmaz. Osmanlı ile Cumhuriyet'i kavga ettirmek yanlıştır,ikisi de bizimdir. Cumhuriyet'i sevmek için Osmanlı'yı kötülemeye gerek yoktur. Cumhuriyeti kuran kadro, Osmanlı subaylarıdır. Onlar gönüllü olarak Trablus'ta, Çanakkale'de, Mısır'da, Kafkasya'da, Yemen'de savaştılar; "Yemen'de, Trablus'ta ne işimiz var?" demediler. Gün geldi işgal edilen Anadolu'yu kurtarıp devlet kurdular. (s.383)

* Geçmişiyle alâkasız, benliğine aykırı eğitim sistemi: Dündar Bey'in de belirttiği gibi her Türk genci meşrebine, kabiliyetine ve isteğine göre okullarda eğitim görmelidir. Hiçbir balık koşmaya, hiçbir kuş yüzmeye mecbur edilmemelidir. 
Gençliğin asimilasyonunun temeli eğitimin gayri-dini, gayri-milli, gayri-ciddi olmasındandır. Çünkü gayrilerle oluşturulmuş eğitim önce genci, sonra aileyi, sonra milleti ve en sonunda da devleti bozacaktır. (s.135)

Eğitim bu ülkenin en acil konusudur: Türkiye'de eğitim, Tanzimat'tan beri halledilememiş konuların en önemlisidir. Eğitim konusu halledilemeden de, hiçbir meselenin halli mümkün değildir. Her işi yapan insandır. Bütün teknik ilerlemeye rağmen, bir tek insanın değeri azalmamıştır. Zira ileri tekniği bulan da, uygulayan da insandır ve bu insan eğitimcinin eseridir. 
Milli örf ve adetlerimiz, hocaya müstesna bir makam ayırmış, hatta Osmanlı devri ''İlmiye Sınıfı''nı idam cezaları tatbik edilmez bir yücelikte kabul etmiştir. (s.44)

* Önce his, önce inanç, önce bağlılık: Nasıl bir sevgilinin karşısındaki insanın kusurları, çirkinlikleri, yanlışlıkları, fizikî rahatsızlıkları hususunda gözü kör olursa, Dündar'ın Millet sevgisi de böyleydi. O, Türk Milletine aşıktı. Türk Milleti kötü olamazdı, yanlış yapamazdı, kusurlu değildi. (s.15)

* Derin Tarih değil "Sığ Tarih": "Derin Tarih" gibi komplo kokan ve iktidarın "sözcülüğünü" üstleniyor diyebileceğimiz Atatürk ve Cumhuriyet merkezli "sistematik saldırı" niteliğindeki faaliyetleri dikkat çekicidir...sırf Cumhuriyet ve Atatürk düşmanlığı sebebiyle savunulmaya çalışılmasına kadar bu düşmanlığın ileri boyutlara taşınmasının psikolojik, siyasi ve ideolojik dayanakları da vardır. 

Atatürk ve Cumhuriyet karşıtlığı temelinde kendilerini kurgulayan ve Dersim İsyanı, Şeyh Said İsyanı, Ermeni Tehciri, Rum Mübadelesi, Çanakkale savaşları, İstiklâl mahkemeleri, Lozan ve Millî Mücadele gibi önemli olay ve süreçlerin millî kimliğin oluşumunda tartışma götürmez etkisi bilindiği için Türk kimliği ve Türkiye Cumhuriyeti'nin bu simgesel varlık unsurlarını olumsuzlama ve değersizleştirme gibi stratejik yöntemler ve tavır alışlar takip edilmektedir. İttihatçılığın darbecilik, derin devlet; Millî Mücadele'nin baş aktörleri olan Kuva-yı Milliye'nin "kanun tanımazlar", "katiller sürüsü", "çeteci"; isyanların katliam gibi tanımlandığı, Çanakkale Savaşı'nın önemsiz lokal başarı; Kurtuluş Savaşı'nın gerçekte olmadığı gibi tartışmalar uzun vadede Türkiye'nin "Yeni Türkiye"ye ikâmesinin ön hazırlıklarıdır. (s.245) Derin Tarih, tek ilgi alanı Osmanlı olan, okurlarına Osmanlı hayranlığı pompalayıp kadim ve milli devletlerimizin tarihini, Cumhuriyeti yok sayan, derinlıkten öte sığ, bilimsellikten uzak ''tarih'' anlattıklarını sanan yayıncılık. Tarihî şahsiyetlere iftira atan Mustafa Armağan, Mehmet Akif ve Millî Mücadele'ye iftira atan Kadir Mısıroğlu ve uzak durulması gereken diğerleri. Bunlar tarihçi değil, araştırmacı yazar sıfatında kişiler. İlber Ortaylı'nın da dediği gibi bunların yaptığı tarih değil, kahvehane sohbetidir.

* Prof. Dr. Erol Güngör: ''İnsanın anlayışlı bir muhatap bulması ne büyük saadettir.'' (s.105)

Dergi: Çelebi Dergisi - Sayı: 2


''Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak''

Dosya Konusu: Türk Bayrağı

Türk Bayrağı, hilâl ve yıldız sembollerinin tarihî kökenleri bakımından Yahya Kemal'in ifadesiyle; ''Kökü mâzide olan âtî''dir. 

Önceden hakkında ciddi bir edebî literatür mevcutsa da Türk bayrağı/bayraklarını toplu bir şekilde ele alan fazla çalışma olmadığı için bu sayıda önemli bir konuya değinilmiş. Ayrıca Türk destanlarında, şiirlerde bayrak temasına değinilmiş. Böylece yazınımızda bayrağa ne kadar önem verdiğimiz ortaya çıkar. Bayrak Türkler için her zaman vatandır, namustur, kutsaldır. Her daim göklerdedir. Bayrağımızdaki hilâl, İslamiyeti simgelerken; yıldız ise bağımsızlık ve Türklüğün sembolüdür. Aziz şehitlerimizin bize emanetidir. İstiyorum ki; bugün yabancı ülkelerde ayaklar altında çiğnenen bayrağımızın bizim için önemine varılsın ve uluslararası ilişkilerimizde artık taviz verilmesin. Bayrağa yapılan saygısızlık o millete yapılmış sayılır. Bayrak yere düşmesin diye ne kanlar, ne canlar verdi bu millet. Bunun idrakine varılsın. 

''Al bayrağın alı kanımız bizim,
Bayrağa fedâdır canımız bizim.''

Çelebi Dergisi; takdire şâyân bir çalışma olmuş. Dolu dolu bir kitap niteliğinde.. Ömrü uzun, okuru bol olsun. Emeği geçen gönüller vâr olsun.. 
Kitapla ve sevgiyle kalın..

Alıntılar:

* Rıza Beşer: 
Benim şanlı bayrağım göklerden inen bir kız
Ki ona şafak rengi ne güzel de yaraşır
İki sevgili gibi kucaklaşan Ay-Yıldız
Alevden saçlarında sonsuz mutluluk taşır 

* O, rengini ne gülden, ne de şafaktan aldı
Uğruna şehit düşen Mehmet'in kanıdır O
Kanı kadar kırmızı, alnı kadar ak kaldı 
Mehmet'in armağanı, her Türk'ün canıdır O

* Arif Nihat Asya: 
Sana benim gözümle bakmayanın
Mezarını kazacağım.
Seni selâmlamadan uçan kuşun
Yuvasını bozacağım.
(Biz bu şiirle büyüdük.)

Kitap: Kambur


''Kamburum.
Kambursun.
Hepiniz kambursunuz..''

''Kambur'', yazarın 2021'de Ahmet Hamdi Tanpınar anısına düzenlenen roman yarışmasında birinci olan eseri. Kimi aileler mutludur, mutlulukları dışa taşar, komşuları, çevresi tanık olur. Ve onlar da bu mutluluktan paylarını alır. Kimi aileler ise mutsuzdur. Dört duvar arasında kim bilir ne acılar çekenler vardır da yaşadıklarını kendileri bilir. İşte yazarımız, böyle mutsuz bir aileyi tüm psikolojik derinliğiyle birlikte bizlere aktarmış. Beş bölümden oluşan hikâye, aynı evin içinde sevgi yoksunu üç kadının gözünden anlatılmış çoklu bir anlatım. Her birinin ruhunda bambaşka izlere rastlıyoruz. Karakterlerin adları ise nev'i şahsına münhasır :) yazarın verdiği ipucuyla anlamı sözlükte gizli. 

Fizikî kusurlarından ötürü kendini eksik hisseden Acibe'nin asıl eksikliği, sevgisizlikti. Her kitapta olduğu gibi yine kahramanın yerine koydum kendimi, duygudaşlık yaşadım. Duygudan duyguya sürüklendim. Yazar, karakterleri tarafsız bir şekilde ele alsa da sanırım ben anne Müsemma'yı affedemeyeceğim. Sebepleri olsa bile adına ''aşk'' dediği bencilce çıkarlarıyla ailesini ve biz okurları paramparça etti. Tıpkı o Yeşilçam filminde Aysel'in söylediği gibi: ''Birbirini sevmeyen karı kocalara, mutsuz çocuklara, sevgisiz evlere karşıyım.'' Eğer sevmiyorsanız evlenmeyin ve karartmayın çocukların hayatını.. Başlangıçta Acibe'nin kamburunu fiziksel kusur olarak gören diğer karakterleri tanıyınca esas kamburun kimlerde olduğu gün yüzüne çıkıyor. Rahat uyu canım Acibe.. Gerçek hayatta da belini büken, gönlünü yoran kamburlarıyla insan koca bir yük taşıyıcısı işte..

Ayrıca romanda teknolojinin vefasızlığının bir sonucu olarak mektupları görüyoruz. Acibe'nin türküsüne eşlik ederken, bir taraftan da şiir okuyoruz. Böylece yazar, okurunu dinç tutmak istemiş.

Kelimelerin büyüsüne inanan biri olarak yazarın üslûbuna hayran kaldım.. Öyle etkili ve şairâne bir dil ki, okurken kelimeler adetâ dans ediyordu. Çok etkilendim, uzun zamandır ruhumu titreten böyle kitap okumamıştım. Eseri benim için değerli kılan: birincisi, kurgu ve karakterlerin derinliği; ikincisi ise yazarın kendine özgü üslûbu. Gerçekçi, merak uyandırıcı, akıcı ve sarsıcı bir eser. Baştan sona aynı tempoda okudum. Hocamızı cân-ı gönülden tebrik eder ve başarılarının devamını dilerim. Eseri benimle tanıştıran değerli Nihat Çelik hocamıza tekrar teşekkür ediyorum. ''Acibe seninle ömür boyu yaşayacak'' demişti, hakikaten.. Acibe'yi ruhumdaki has bahçeye aldım, kabul ettim. Hemen kitabı edinmek için piyasa araştırması yaptım, Derken sonuç hüsran, baskısı yok. Sebebini Nihat Hocam aydınlattı sağ olsun. Buradan Bursa Osmangazi Belediyesi'ne çağrımızdır, kitabın tekrar basımı yapılsııııııın. Okurları mağdur etmeyin. Kitapla ve sevgiyle kalın. 

Kitabın Künyesi

Kitabın Adı: Kambur: Bir İntihar Çok Ölüm
Yazarı: Esra Kahya
Türü: Roman
Sayfa: 144
Yayınevi: Osman Gazi Belediyesi Yayınları

Kitap: Erzurum Yolculuğu

           

Birçok edebiyat eleştirmenine göre; İngilizlerde Shakespeare, İtalyanlarda Dante neyse Rusların Puşkin'i de odur. Puşkin, aynı zamanda Rus Edebiyatının kurucusu olarak görülür. 38 yaşında bir düello nedeniyle vefat etmesine rağmen kısa ömrüne birçok kallavi eseri sığdırmış diyebiliriz.

Rusya'nın zirveye çıktığı zamanlar ile Osmanlı Devleti'nin gerilemeye, çökmeye başladığı dönemler çakışır. Bu iki devletin tarihte uzun yıllar kıran kırana savaştığı malûmdur. Milletlerin mücadelesiyle geçen, İlber Ortaylı'nın ''İmparatorluğun En Uzun yüzyılı'' diye tarif ettiği 19. yüzyılda, 1828-1829 yılları arasında Osmanlı Devleti ile Rusya arasında yapılan ikinci büyük savaşta Puşkin, sivil olarak orduya katılır. Kendisi yazdıklarından ötürü sürgünle cezalandırılmış ve sürekli gözlem altındadır.

Puşkin'in gittiği tek yabancı ülke, Türkiye'dir. Erzurum Yolculuğu ise, Puşkin'in bu yolculuk sırasındaki izlenimlerini anlatır. Yazar, Osmanlı-Rus Savaşı'nın doğu cephesindeki bölgeye bir tanık olarak katılır. Moskova'dan Tiflis-Kars-Erzurum'a olan yolculuğunda savaşın yaptığı tahribat ve yol güzergâhındaki yerleşim alanları, milletler, kültürler, gelenek ve görenekler hakkında tespitlerde bulunur. Örneğin; Gürcü ve Ermenileri överken Çerkezler ve Kırım Tatarları hakkında olumsuz yargıları var. Onların güvenilmez ve saldırgan olduklarını, silahsızlandırılmaları gerektiğini belirtmiş. Ayrıca yazar, Tiflis hamamlarını övmüş. Ordu maiyetinde olmasında rağmen Türkler hakkında insancıl yaklaşımları var. Hatta savaştan sonra Rus ordusuna zafer şiirleri yazmadığı için birçok eleştiri alır. Erzurum'un teslim alınmasını, buranın komutanı olan paşanın sarayı hakkında epey bilgi verir. Kendisi şair olarak tanıtılınca Türk Paşasının şairi selâmlaması, şairlere verdiğimiz değeri göstermek açısından önemli diye düşünüyorum. 

Kitabı hem Ataol Behramoğlu'nun hem Baştımar'ın çevirisinden okudum. Kitabın sonunda yer alan, Baştımar'ın çevirisindeki sekiz sayfalık ''Yezidî Tarikatı Üstüne Bir Not'' kısmı Behramoğlu'nun çevirisinde yoktu. Puşkin başta ''doğuda şeytana taparlar diye adı çıkmış Yezidilere merakla bakıyordum....Yezidilerin şeytana tapmadıklarına çok memnun olmuştum.'' şeklinde ifadesine rağmen sonda Yezidiler'in inanç esasları ayrıntılı anlatılmış. Çevirmen dipnotunda, bu notun Puşkin'e ait olmadığını, yazarın bir papazdan alıp eserine olduğu gibi eklediğini belirtmiş. Belki de Behramoğlu bu yüzden almadı. Sanırım Puşkin, Yezidiler hakkında söylenenleri yalanlamak istiyordu. Bu bakımdan ben yazarın objektif yazdığını düşünmüyorum. Özellikle Kazaklar ve Kırım Türkleri hakkındaki yargıları konusunda.. Eser Osmanlı-Rus Savaşı'nı yabancı bir gözden okumak adına önemli bir seyahatname. 
Kitapla ve sevgiyle kalın..

                         

Kitabın Künyesi

Kitabın Adı: Erzurum Yolculuğu
Yazarı: Aleksandr Sergeyeviç Puşkin
Çeviren: Ataol Behramoğlu - Z. Baştımar
Türü: Gezi notları, anı.
Sayfa: 98
Yayınevi: İş Bankası Yayınları - Yaba Yayınları

Kitap: Bartleby


''Ciddi bir insanı pasif bir direniş kadar çileden çıkaran bir şey yoktur.''

Yükü hafif, pahası ağır kitaplardan biri Kâtip Bartleby - Bir Wall Street Hikâyesi. 
Kitaptaki gizli eleştiriler günümüzde de belirgin bir hâlde mevcut. Hikâyemiz Wall Street'te geçiyor; yani Amerika'nın iş dünyasının kalbinin attığı yerde. Birbiriyle uyum halinde çalışan, sürekli koşuşturan ve bir şeyler yetiştirmeye çalışan birçok ofis çalışanı ve patronlar.. İşleyen, dişlileri insan olan makine gibi. Kitabı bize Kâtip Bartleby değil, patronu olan avukatı anlatıyor. Avukat, ''En iyi hayat, kolay hayattır.'' düsturuyla hareket eden, büyük emelleri olmayan, kolay kazanan bir karakter. Giriş bölümünde avukatın diğer yazıcılarını tanıyoruz. Kâtipler birbirine takma adlar vermiş olup her birinin belirli özelliği var. İşler yoğunlaşınca avukat, işe yeni bir kâtip daha almaya karar veriyor. Avukatlık bürosunda yazıcı olarak işe başlayan Bartleby; garip, yalnız bir adam. Sessiz, sakin, solgun ve durgun. Kelimenin tam anlamıyla ''etliye sütlüye karışmaz'' cinsten. Bartleby, -avukatın dikkatini çekiyor; çünkü işlerini kolaylaştırması için işe aldığı kâtip, işlerini zorlaştırıyor. 

Avukat, çalışanına iyi niyetle yaklaşmıştı; kapitalizm çarkına kapılmış diğer insanlar gibi acımasız değildi. Ama Bartleby, umrunda değilmiş gibi davranıyordu. Kendisine verilen görevlere sürekli aynı cevapla: ''Yapmamayı tercih ederim'' diyerek yanıtlıyordu. Sanki bir tek onun tercihleri önemliymiş gibi hayatını yaşıyordu. Bartleby'nin kendisine verilen işleri ''yapmamayı tercih etmesi'', tıkır tıkır işleyen düzeneği sekteye uğratıyor tabi ki.. Patronu, onu kovamasa da, bu durum çarkın diğer dişlilerini rahatsız etmeye başlıyor ve onun sistemin dışına itilmesi konusunda baskı yapıyorlar. Peki etliye sütlüye karışmayan kâtibimiz neden insanları bu kadar rahatsız ediyor; çünkü onların yapamadığını yapıyor, sistemin içinde savrulmaktansa bazı şeyleri yapmamayı tercih ediyor. Bu ilginç özelliği nedeniyle patronu, belki de hayatında ilk kez bir çalışanının hayat hikâyesini merak ediyor. Yıllardır yanındaki çalışanları işine yaramasıyla değerlendiren avukatın, Bartleby ile bağ kurmak istemesi Bartleby'nin pasif direnişinde başarılı olduğunu gösteriyor. Bartleby'deki bu pasif bir direnişin, avukatın hayatını, bakış açısını değiştirdiğini görüyoruz. Ayrıca hikâyenin en önemli teması, yalnızlıktı. Hem Bartleby açısından hem de yıllardır çalışanlarıyla dahi insani bağı olmayan avukat açısından. Bartleby'nin, avukatı insan olabilme konusunda hapsolduğu yerden çıkardığını görüyoruz. 

Aykırılıkları severim ve Kâtip Bartleby de aykırıydı, bir ortamda kendisini diğerlerinden ayırt ettirmeyi başarıyordu. Sessizliğe aşık biri olarak böylesine sessiz bir karakterle tanıştığıma sevindim. Böyle insanların dünyaya ayak uydurması ne kadar zordur, bilirim. Kâtip Bartleby, dünya sisteminin içinde olmayan hüzünlü bir karakterdi, sadece yapmayı tercih ettiği şeyleri yapıyordu. Onun duruşunu takdir ederken kendi açımızdan iş yerinde işimiz dışında yapmak istemediğimiz şeylere 'hayır' diyemediğimiz için de acizliğimiz yüzümüze vuruluyor. 
Kitap ince olmasına rağmen derin bir okuma gerektiriyor. Okumak kolay ama etkisini sindirmek biraz zaman alıyor. Şartlandırılmış bir dünyada yapmamayı tercih ederek yaşayan bir kâtibin varoluş ıstırabını anlatan bu hikâyenin herkes tarafından okunmasını tavsiye ederim.
Kitapla ve sevgiyle kalın.

Kitabı okuyanlar için, 1970 - Londra Film Festivali'nde yayınlanan filmi bırakıyorum: https://www.youtube.com/watch?v=lrREmd4ds_w

Kitabın Künyesi:

Kitabın Adı: Bartleby
Yazarı: Herman Melville
Türü: Hikâye, Dünya Klasikleri
Sayfa: 50
Yayınevi: Cumhuriyet

Ah mutluluk ışığı sever, biz de dünyayı şen sanırız; ama sefalet kendini vakurca saklar, biz de sefalet yok sanırız.
・ Ciddi bir insanı pasif bir direniş kadar çileden çıkaran bir şey yoktur.
・ ''Ama öyledir, bağnaz kafaların sürekli baskısı, sonunda daha cömert olanların tüm kararlılığını yer bitirir.''

Kitap: 5. Dalga


''Umut, bizim gizli silâhımızdır.''

Genç-yetişkin olarak adlandırılan 3'lü serinin ilk kitabı. Başlangıçta bir seri olduğunu bilmiyordum tabii.. Dünyada 80'li yıllardan beri bir uzay, uzaylı, Ay'a ulaşma, dünyanın sonu temalı filmler yapıldığını biliyoruz. Biz daha yeni yeni emekliyoruz; Cumhuriyetimizin yüzüncü yılı dolayısıyla bir uzay hamlemiz olacağı konuşuluyor, göreceğiz. Bazıları bu uzay temasına ön yargılı olabilir. Büyük ülkelerin gücü II. Dünya Savaşı'ndan sonra bir bakıma bu uzay yarışlarından gelmekte. Sunay Akın'ın kitabında söylediği gibi; ''uzaya çıkma yarışında bir tek 'şehit'i bulunmayan Türkiye'de, her yıl trafik kazalarında can veren yüzlerce insan, kefene sarılarak toprağın karanlığına gömülüyor..'' Ve şöyle devam etmişti: ''Dünyanın en güzel, en estetik bayraklarından birine sahibiz. Bayrağımızın üstünde Ay resmi var ama Ay'da bayrağımızla fotoğraf çektiren bir bilim insanımızı göremiyoruz.'' 1960'lı yılların başında, insanların bir gün roketle Ay'a gideceğini söylediğinde Aziz Usta'yla alay etmişler. Hayalleri olan insanların kanatlarını kırmışlar bu ülkede. Uçmalarına destek olsalarmış keşke..

Kitaba geçecek olursak; konusu uzaylıların dünyayı istilâsı ve insan ırkıyla savaşmaları. Yazar Rick Yancey'in sağlam bir anlatımı var. Sıradan bir konuyu sıradışı bir şekilde ele almış. Konu klişe olabilir ama basit bir uzaylı hikayesi değil. Kurgusu güçlü, olay örgüsü ve karakterler güzel harmanlanmış. Kitap kalın, okuduğuma değecek mi diye düşünürken olayların içinde buluyorsunuz kendinizi. Kitap, birden fazla kişinin bakış açısından anlatılıyor. Sadece uzaylılarla savaşmıyor; aynı zamanda kendi korkularıyla, iç sesleriyle psikolojik olarak savaştıklarını görüyoruz. Kitaptaki uzaylılar filmlerde gördüğümüz evrimleşmiş yaratıklara pek benzemiyor yalnız; çoktan insanlığın arasına karışmış, ayırt etmesi güç birer varlık haline gelmişler. Bu da karakterlerimizin güvenini kırıyor. Birinci Kural: Kimseye güvenme! Kimin dost kimin düşman olduğunu anlamak zor, öğretilen şeylerin aldatmaca olması, kendi menfaatleri uğruna insana insanca yaklaşan Ötekiler.. Kitaba beni bağlayan şey; heyecanlı aksiyon bölümleri ve insanların umudunu yitirmemesi, karakterlerin yaşça küçük olmasına rağmen olgun tavırlarıydı.

Konu, başlıca birkaç ana karakter etrafında dönüyor. Baş karakter Cassieopia olsa da, kardeşi Sammy, Ben ve Evan'ın ağzından olayları ve yansıttığı ruh hallerini dinliyoruz. Hele Sam, çok küçük olduğu için olayların pek farkında değildi; minik bir kuşun ürkekliğini taşıyordu. Yazarın güçlü kalemi sayesinde kurgu, sizin hayal dünyanıza yerleşiyor ve okuduğunuzu âdeta yaşıyorsunuz. Bu anlamda karakterler inandırıcı ve eser sürükleyiciydi. Giriş bölümü yavaş ilerliyor; çünkü karakterler ayrı ayrı ele alınmış, sonlara doğru yolları kesişmekte.

Yetişkinlerin mutsuz olmalarının nedeni, hayal kurmuyor olmaları. Bu nedenle bilimkurgu türleri çocuklar ve gençler arasında çok rağbet görüyor. Düşünün, hayatınız normal akışında devam ediyor. Çocuklar okula gidip geliyor, arkadaşları ve aileleriyle güzel vakit geçiriyorlar. Bir gün bu normal hayat altüst oluyor. İnsanlar bir anda hayat mücadelesi vermeye başlıyor. Tüm bu yaşananların ortasında çocukların başrolde olduğu bir insanlık mücadelesi. Korkularına rağmen umutlarına tutunma, birlik olma çabası. İnsanlığın, aslında 'bir insanı' önemsemeyi bıraktığında sona ereceği mesajı verilmiş. 

Kitap, 2016'da filme uyarlandı; filmini de izledim ancak beni tatmin etmedi. Kitabın büyüsü kaybolmuş, olay ve karakterler çok yüzeysel işlenmiş. Bu yüzdeeen hangi kitap olursa olsun filmiyle yargılamıyoruz! Çünkü biri kitaptan uyarlama, diğeri özgün anlatım. Distopya severler için güzel bir kitap. 
Kitapla ve sevgiyle kalın.

Kitabın Künyesi:

Kitabın Adı: 5. Dalga
Yazarı: Rick Yancey
Türü: Bilimkurgu, distopya
Sayfa: 464
Yayınevi: Pegasus Yayınları

Alıntılar:

・Bu her zaman olurdu. Bunun günün hangi saatinde olduğunun bir önemi yoktu, elektrikler kesilince biri ortaya çıkar, sanki bina çöküyormuş gibi ciyaklardı. Bayan Paulson yerimizden kalkmamamızı söylemişti. Elektrik kesintisi olduğunda insanların yaptığı bir başka şey de buydu. Herkes ayağa fırlardı... Ama niçin? Bu çok tuhaftı. Elektrik kullanmaya o kadar çok alışmıştık ki tamamen kesildiğinde ne yapacağımızı bilemiyorduk. Ayağa fırlıyor, yaygara koparıyor, panikliyorduk. Sanki birisi oksijenimizi kesiyordu. (Elektriğin hayatımızdaki yeri)

 Fişin çekilmesiyle beraber yaşanan panikten sonra yaptığınız ilk şey en yakındaki pencereye koşmaktır. Bunun sebebini tam olarak bilemezsiniz. Yaşadığınız şey, “Ne olduğuna bir bakayım” hissidir. Dünya dışarıdan içeriye doğru işler. Dolayısıyla ışıklar kesilince dışarı bakarsınız.

 “Bir şeyin gerçekleşme ihtimalinin olması, onun gerçekten olacağı anlamına gelmez.''

 Dünya'dan insanları nasıl temizlersiniz? İnsanları, insanlıklarından arındırarak..

 Güven olmazsa savaşmak için bir araya gelemezsiniz. Ve güven diye bir şey olmazsa umut da olmaz.

 Kitaplar mı? Onlar ağırdı ve patlamak üzere olan sırt çantamda çok yer tutuyorlardı. Ama kitapları çok seviyordum. (Kıymetlimiz)

 “Galip taraf kesinleşince insanların saf değiştirmesi ilk kez yaşanmıyor." (Savaşlarda, hattâ seçimlerde..!!)

 Bu kulağa delice geliyor. Ben deli miyim? Aklımı mı yitirdim? Bir insana ancak etrafta normal birisi varsa deli diyebilirsiniz. Tıpkı iyi kötü gibi. Eğer her şey iyi olursa hiçbir şey iyi olmaz.

 “Ömrüm boyunca yalnız iyilik ve sevgi izleyecek beni.”

"Deliler asla deli olduklarını düşünmezler. Delilikleri onlara tamamen mantıklı gelir."

 Bir gün var oluruz, ertesi günse yok oluruz. Mesele ne kadar burada olduğumuz değil, o süre içinde ne yaptığımızdır.”

 Böylelikle bizim aramızda, ölülerle yaşayanlar arasında gerçek bir fark olmadığını anladım. Bu sadece zaman kipleriyle alakalı bir şeydi: geçmişteki ölüler ve gelecekteki ölüler.

 Hani bazen kendinize seçme şansınızın olduğunu söylediğiniz, fakat aslında hiçbir seçeneğinizin olmadığı durumlar vardır, bilir misiniz? Ortada alternatiflerin olması onlardan yararlanabileceğiniz anlamına gelmez.

 "Bir aslanla antilobu düşün. Onları birbirine bağlayan nedir?" 
"Korku. Antilop yem olmaktan, aslansa açlıktan ölmekten korkar. Korku onları bir araya getiren zincirdir."

 ...zaferin yolu, düşmanının nasıl düşündüğünü anlamaktan geçer.

Filme Dair: Flukt (Kaçış)

                                 

Türü: Gerilim, aksiyon
Yapımı: 2012 - Norveç

Uyarı: Yazı, filme dair mecburi spoiler/sürprizbozan içerebilir!!!

Film, ülkenin kara ölüm veba tarafından harap edilmesinden birkaç yıl sonra Orta Çağ Norveç'inde geçer. Veba, nüfusun yarısını silmiştir. Daha iyi bir yaşam için kaçışlar başlamıştır. Fakir bir aile yeni bir hayata başlamak için yolculuğa çıkarlar. Issız bir dağ geçidinde acımasız haydutların oluşturduğu bir hırsız çetesi tarafından saldırıya uğrarlar. Saldırganlar, geriye sadece kızları Signe kalana kadar aileyi acımasızca katleder. Bu çetenin lideri olan Dagmar'ın emriyle kız, esir alınıp haydutların kampına götürülür. Burada Frigg adında küçük bir kızla karşılaşır. O da bir zamanlar Signe gibi ailesinden alınmıştır. Ancak Dagmar'ın Frigg'e karşı olan tavrı anaçtır. Signe'ye ise sert davranırlar. 


Signe, başına gelecekleri anlayınca küçük Frigg'in yardımıyla birlikte ormana kaçarlar. Dagmar, taşıyıcı kızını geri getirmeye ve Signe'den intikamını almaya kararlıdır. Film ilerledikçe izleyici, Dagmar'ın geçmişini öğreniyor ve bu onu trajik bir figür haline getiriyor. İki başrolün de ortak noktası; köşeye sıkıştıklarında, kendilerini son çare olarak ölüme yani azgın beyaz sulara bırakmaları. Şelale onlar için, kaçış noktası. Filmin arka fonu olan Norveç'in vahşi doğası etkileyici. Her ne kadar kaçma-kovalama sahneleri yer alsa da aksiyon yetersiz kalmış görünüyor. Hayatta kalmak için önce kaçarken daha sonra intikam hırsının verdiği savaş güdüsü ön plana çıkmakta.

Kitap: Sançar'dan Reşide'ye Mektuplar


Çiftçioğlu Nejdet Sançar, ağabeyi Atsız gibi millî şuur sahibi, vatansever, eğitimci yazar. Zor zamanda eğilip bükülmeyen şahsiyet sahibi insanlar bunlar.. Onlara bu gücü veren imânları, taviz vermedikleri ilkeleri ve bizzat yaşamış oldukları çileleridir. İnandığı değerler uğruna çabalamış, ömrü cefa ile geçmiş Nejdet Sançar'ı saygı ve rahmetle anıyorum. 

Sançar'ın ömründeki cefalarından biri de, henüz 16'sındaki oğlu, biricik evlâdı Afşın'ın uçmağa varışıdır. Yûnus Emre'nin dizelerindeki gibi;

''Bu dünyada bir nesneye 
Yanar içim, göynür özüm
Yiğid'iken ölenlere, 
Gök ekini biçmiş gibi'' 

Allah kimseyi evlâdıyla sınamasın.. Oğlunun vefatının ardından geçirmiş olduğu rahatsızlık nedeniyle Sançar, yaklaşık 2 yıl tedavi görmüştür. Kitaplaştırılmış bu mektuplar da, tedavi sırasında hastanede kaleme alınmış, ziyarete gelenler aracılığıyla elden teslim edilmiştir. 9 Nisan 1961 ile 4 Mayıs 1961 tarihleri arasında, eski yazıyla yazılmış 8 mektuptan oluşur. Afşın Sançar'ın hatırasına ithaf edilmiş olup, Ahmet Bican Ercilasun'un sunuş yazısıyla takdim edilmiş. Mektupları kitap haline getiren Serkan Akgöz, giriş bölümüne kitabın hikâyesini, sonuna da mektupların tıpkı basımını eklemiştir. Sayfaların arasında bulduğum Sançar ailesine ait fotoğraflar da güzel bir sürprizdi doğrusu. Fikrî yaşantısını bir kenara bırakıp özel hayatı hakkında fikir sahibi olmak isteyenlere bu mektuplar yardımcı olacaktır. İnsanî duygularla ve empati bağı kurularak okunması gerekir. 

Nejdet Sançar, yazdığı mektuplarda eşi Reşide Hanım'asıkıntılı hastane günlerinden, beslenme durumundan, tedavi sürecinden bahsetmiş. Her yazdığı mektupta eşine duyduğu hasret ve merak, içimi ısıttı. Ailesine bağlı, düşünceli bir insan olduğunu kaleminde görüyoruz. Mektupları okurken, tebessüm ettiren satırlar da oldu. Sanırım kendisine motivasyon, eşine moral vermek istedi. 

Doğru ve güzel eserleri tekraren okumak mühimdir. Türkçülüğün lokomotifi sayılan düşünürleri, Nejdet Sançar'ın yazılarını, yine ve yeniden aynı zevkle okuyorum. Velhâsıl kelâm; vatanı, milleti, dini uğruna şu kara toprağa girenler ölmez. Hatıralarıyla, yazdıklarıyla, onurlu, şuurlu, millî ve olgun duruşuyla Nejdet Sançar da anılmaya devam edecek. Onu okuyanlar da millî ruh ve bilincin hazzını tadacaktır. Bu kıymetli mektupları okumama vesile olan Oğuzhan Saygılı Hocamıza ve Kitap Şuuru ailesine can-ı gönülden teşekkürlerimi iletiyorum. Emeği geçen gönüller vâr olsun.. Kitapla ve sevgiyle kalın..

                                 

Kitabın Künyesi

Kitabın Adı: Sançar'dan Reşide'ye Mektuplar
Hazırlayan: Serkan Akgöz
Türü: Anı, mektup
Sayfa: 56
Yayınevi: Bozkurt Yayınları