Kitap: Kerkük Gönlümde Aşk Yüreğimde Sızıdır


                                       ''Dünya böyle bilsin Türk ili Kerkük
Muhabbet bağının bülbülü Kerkük''

Kerkük; tarihiyle, kültürüyle, yer adlarıyla, mimarisiyle, altında yatanı, üstünde oturanıyla ''Ben Türk'üm'' diye haykıran bir şehir. Ata yadigârı, efkârımız, murâdımızdır.. Yazarın deyimiyle; gönlümüzde aşk, yüreğimizde sızı.. Türk dünyasının hep hüzünle, acıyla hatırladığı bahtsız diyâr Kerkük.. Şairler şehri, ozanlar yurdudur. ''Mum kimin'' yanan yüreklerin çığlığıdır Kerkük. Bu sebepledir ki türküleri gam ve keder yüklüdür. Kendi öz vatanlarında türlü felâketler yaşayan Türkmenlerin yanık sesidir. Ozanlar ve sanatçılar isyanlarını, yakarışlarını işte böyle dile getirmiştir. ''Mum Kimi Yanan Kerkük'', ''Altın Hızma Mülâyim'', ''Üç Güzel Var Sevilir'', ''Kâr Etmez Ahım'', ''Ağam Süleyman'', ''Kalenin Dibinde Bir Taş Olaydım''... Bu ezgilerin bazılarına konu gereği kitapta yer verilmiş. Türküler duygu arşivimiz.. Kitaplarda, belgelerde olmayan duygular onlarda saklı.. Bu nedenle türküler için Türkmenlerin tapu senetleridir, diyebiliriz. 

Osman Oktay; yazar kimliğinin yanında öğretmen, idareci, şair ve radyo programcısıdır. Pek çok radyo programı hazırlamış, programlarıyla çeşitli ödüllere lâyık görülmüştür. Türkçeyi topluma örnek olarak kullanan kişi olarak Çocuk Edebiyatı dalında ödüllendirilmiştir. Daha önceden Galip Erdem anısına yazdığı Kendini Unutan Adam isimli belgesel romanı vardır. Basılı ve dijital dergi platformlarında yazıları yayımlanmıştır. Yazarımız aynı zamanda bir seyyahtır, Türk dünyasına yaptığı gezileri ve seyahat yazılarıyla da tanınmaktadır. 


Yazarın belirttiği gibi; ''Kerkük, her Türk'ün ezberinde olması gereken bir konudur.'' Konu bağlamında kısaca Kerkük'ün tarihine bir göz atmak gerek. Irak'taki Türk varlığı 7. yüzyıla kadar gider. Emevî ve Abbasî döneminde Irak'a birçok Türkmen savaşçı getirildi. Türkler kısa zamanda ordu içinde yükselerek önemli görevlere getirildiler. Türk boyları akın akın gelerek buralara yerleştiler; onlar için şehirler, saraylar kuruldu. Büyük Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey, 1055'te Bağdat'ı fethedince Irak'taki Türkmen hakimiyeti 1918'e kadar devam etti. Yani Irak, Anadolu'dan önce ele geçirildi. Orta Asya'dan göçen Türkmenlerin Irak'taki dağılımı Selçuklular döneminde son şeklini bulmuştu. Burada Türkmenler, Celayirliler, Kıpçakoğulları, Akkoyunlular ve Karakoyunlular gibi devletler kurmuştur. Burada askerî ve idarî alanda sorumluluklar üstlendiler. Halkla iyi ilişkiler kurdular. Bölgede gerek mimarî gerekse ilim alanında önemli katkıda bulundular. Büyük Selçuklu veziri Nizâmülmülk tarafından yaptırılan ve dünyanın ilk üniversitesi sayılan Nizâmiye Medresesi buna en güzel örnektir. Dönemin büyük bilim adamları burada dersler verdi, önemli idareciler yetişti. Osmanlı İmparatorluğu zamanında ise, Kerkük'e Beylik ve Beylerbeyliği statüsü verilmiştir. Hattâ dönemin Osmanlı kayıtlarında Kerkük, Gökyurt olarak anılmıştır. Osmanlı burada mimarî yönden de oldukça önemli eserler hayata geçirmiştir. Osmanlı hâkimiyeti sona erdikten sonra İngilizlerin bu topraklarda kurduğu Irak Devleti, buradaki Türkmen varlığını tanımadı. O günden bu güne kadar da Irak Türkmenleri mâkus talihlerini yaşamakta.. Saddam rejimi her ne kadar yerle bir etse de, bölgedeki Türk izleri yok edilmeye çalışılsa da tarih şahittir. Şu hoyrat ne güzel bir örnek; 

''Kerkük'ün kapısını
Biz kurduk yapısını
Dünya sel olup gelse
Vermeyiz tapusunu.''

Türklerin bir kısmı önceden bir kısmı da bölgeye yerleştikten sonra Müslüman olmuştur. Aslında ''Türkmen'' kelimesi Müslüman olan Türkler için kullanılır. Irak Türkmenlerinin de Anadolu ile yakın kültürel ve dilsel bağları vardır. Okuduğum bir makalede Arap asıllı ABD'li bir akademisyen Said K. Aburish'in şu tespiti dikkatimi çekmişti: 

''Saddam, Kerkük'ü Araplaştırmaya çalışıyordu. Saddam Kerkük'ün bir Arap, Kürtler de bir Kürt şehri olduğunu iddia ediyorlardı. Aslında bu şehir ne Arap ne de bir Kürt şehridir. O şüphe götürmez bir Türk şehridir. Kürtler 1960 yıllarından itibaren planlı bir şekilde gelmeye ve yerleşmeye başlamışlardır.''

Aslında birçok Türk, Arap ve yabancı araştırmacıların, yazarların eserlerinde, resmi devlet kayıtlarındaki bilgilerde Kerkük'ün Türk şehri, nüfusunun çoğunluğunun Türk, konuşulan dilin de Türkçe olduğu belgelenmektedir. Bugün Irak'ta söz sahibi Kürtler, tüm bu kanıtlara rağmen Kerkük'te hak iddia ediyorlar. Neye dayanarak? Teşbihte hata olmazmış, yazarın kalemiyle; dünyanın serserisi, ağababaları ABD sayesinde.. Güç kimdeyse söz hakkı onda..

Kerkük şehri, Saddam'ın zulmünden kurtuldu; ancak bu sefer çapulcu eşkıyaların eline düştü. Tarih boyunca Firavun'a yalakalık, emperyalist devletlere kuklalık yapanlar bir türlü bitmedi. Türkmenlerin üzerindeyse bir kara bulut.. 

Kitabın kapağında geçen ''Kerkük'' adı bile yetiyor, efkârı her dem tüten bir mâzinin yeli gibi.. Sonrasında, bir çocuğun babasına ''Kerkük nerede, babacığım?'' sorusuyla başlayıp babasının elini kalbine götürüp ''Aha, burada oğlum. Tam kalbimde.'' deyişiyle duyguları alt üst edecek bir kitaba giriş yaptığımın farkına varıyorum. Çanakkale Cephesi'nde savaşarak tamamı şehit olan 57. Alayı az çok hepimiz biliriz. Yazar bununla ilgili şöyle diyor: ''Ha Çanakkale, ha Kerkük'te yaşananlar.. Daha can boğazdayken yaralılar çaresizlikten şehitler arasına atılıp mutlak son bekleniyor.'' Tıpkı türküdeki gibi, ''Daha can boğazdayken çektiler salâmızı''.. Bizim tarihimiz bunun gibi yüzlerce olayın tanığı. Çanakkale'de bunlar yaşanıp bitti ama Kerkük'te yıllardan beri yaşandı ve ne yazık ki hâlâ devam ediyor..

Elimdeki eser, çocukluğundan beri Türklüğünden dolayı Saddam rejimi tarafından tutuklanıp türlü işkencelere göğüs geren Kerküklü Avukat Sadun Köprülü'nün hatıralarından yararlanılarak kaleme alınmış bir belgesel romandır. Satır aralarında Irak'taki genel tarihi, orada bin yıl öncesine kadar uzanan Türk varlığı, Türkmenlere uygulanan zulüm, bu süreçte nasıl ayakta kalmaya çalıştıkları, ne olursa olsun Türkiye'den hiçbir zaman umutlarını kesmedikleri ama Türkiye'nin onlara kucak açmadığından bahsedilmiş. Saddam'ın hapishanelerinde dayanılmaz işkenceler altında dahi kimliklerinden, ilkelerinden taviz vermeyen, dostluklarına sahip çıkan, günler geçtikçe nüfusları azaltılan, buna rağmen bir gün gâyelerine ulaşma umutlarına sıkıca sarılan insanların çileli yaşamı anlatılmış.

Tarihine sahip çıkmayan bir devlet, istediği kadar ''Ben büyük bir devletim.'' desin, bu iddiasının içi boştur. Yalnız Kerkük değil, atalarımızdan bizlere miras kalan eserleri korumak, vatan kabul ettiğimiz toprakları savunmak bugün de yarın da öncelikli vazifemiz olmalıdır. Bölgede yaşayan kardeşlerimizin çektiği acılara göz yummak ve sessiz kalmak milletimize yakışmaz. Temennim odur ki, güçlü Türkiye gücünün farkında olsun, önceliklerini değiştirebilsin.

Meşhur bir Kerkük türküsü, ''Altın Hızma Mülayim'' de diyor ki; 
''Yaz günü Temmuz'da
Sen terle men sileyim...'' 

Yaşanan acıların yanında Temmuz sıcağı nedir ki..
Bu terennümleri dinleyince, sözlerine kulak verince hüznü kuşatmaz mı insan yüreğini? Bu türkü Temmuz 1959 Kerkük Katliamı için yazılmış aslında, o sebepten yakarmış yüreğimizi. Ruhları şâd olsun. 

Kerkük; 
bizde vefâ tükendi de sende ümit bitmedi...

''Türkmen'i,
Sev, kucakla Türkmen'i,
Ne suçum, ne günahım,
Hak yarattı Türk meni.''

Kitap, Kerkük konusunda doyurucu bilgilere sahip. Kerkük hakkında yazılanlar, dergiler, siyasetçilerin demeçleri, şiir, türkü ve ağıtları yer yer verilmiş. Yukarıda da belgesel roman olduğunu söylemiştik. Yani gerçek olayların ışığında belgelere, inceleme ve araştırmalara dayalı bir roman türü. Kitabın başından sonuna kadar Kerkük Türkmenlerinin yılmaz savunucusu Sadun Köprülü hakkında araştırmalarda bulunan ve kalemiyle bu amaca hizmet eden Cemal Bey'i zihnimde kitabın yazarı olarak düşündüm. Yazar Osman Oktay bu bağlamda kapsamlı bir çalışma ortaya koymuş; tek bir kişi üzerinden tüm Türkmen halkının çektiği acılara işaret etmiş.. Gerçekten belgesele çekilse çok güzel olurdu. Son olarak Şehit Lider Muhsin Yazıcıoğlu, Kerkük'le olan bağımızı şöyle tarif etmiştir:

Kerkük'te gözünüz var diyorlar. Hayır, insan kendisine ait olana göz dikmez. Kerkük'te gönlümüz var. 

Velhâsıl, okuyun okutturun. Kitapla ve sevgiyle kalın..

Kitabın Künyesi:

Adı: Kerkük, Gönlümde Aşk Yüreğimde Sızıdır
Yazarı: Osman Oktay
Türü: Belgesel Roman
Sayfa: 303
Yayınevi: Net Kitaplık Yayıncılık

Kitap: Yunus'un Nefesi


Hayata Yunus'leyin bakmak..

Post Yayınları'ndan çıkan ''Yûnus'un Nefesi'' adlı kitap, yazarın Yunus Emre'den esinlenerek yazdığı denemelerinden oluşmakta.

Yazar Cemal Kurnaz, Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi'nde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır. Hocamızın önemli yönü ise üretken olması. Birçok dergide yayınlanan şiir ve makalesi bulunmakta. Bir Avuç Sevinç adlı bir şiir kitabı var. ''Halk ve Divan Şiirinin Müşterekleri Üzerine Denemeler'' adlı eseriyle Türkiye Yazarlar Birliği tarafından Deneme ödülünü kazanmıştır. ''Deli Rüzgar Osman Yüksel Serdengeçti'' adlı eseriyle biyografi ödülüne layık görülmüştür. Hamdullah Suphi Tanrıöver, Türk Ocakları Kültür Armağanı ve ''Bir Köy Vardı'' kitabıyla 2018 Abdurrahim Karakoç Edebiyat ödülüne lâyık görülmüştür. 

Hayata Yûnusleyin bakmayı amaçlayan yazar, Bizim Yûnus'un halka nasıl yansıdığını, gerek kendi bakış açısı ve hissiyatından gerekse anılarından yola çıkarak bir araya getirdiği kitabını bizimle paylaşmış. Kitap; Yûnus'un Nefesi, Bir İçim Su Verdin İse, İçimizdeki Sızı Türküler ve Kadın Ağrısı başlıklarıyla dört bölüme ayrılmış vaziyette.

''Yûnus'un Nefesi'' bölümünde, halk şiiri ile divân şiiri arasında kıyaslama yapılmış. Yazar Divân şairlerinin Arapça, Farsça, Türkçe karışık ve yapma bir dil ile şiir yazdıklarına, ayrıca sarayda oturup halkın içine karışmadıklarından bahsetmiş; buna karşılık halkın dilini kullanması ve duygularını işlemesiyle Halk Edebiyatı'nın bizim gerçek edebiyatımız olduğunu savunmuştur. 
Halk Edebiyatı'nın bir kolu olarak Tekke ve Tasavvuf Edebiyatı'nda ise ön plânda Yûnus Emre'yi görürüz. Hakk'a olan ilâhî aşkı şiirlerinde en saf ve duru biçimde yansıtan Yûnus Emre, güzel Türkçemizle bizlere güzel bir miras bırakmıştır. Türkçe bizim ses bayrağımız, kutsalımızdır. Yazar bu konuda güzel dilimiz Türkçe'yi haklı olarak bekâ dâvâsı olarak görmektedir. ''Evdeki güzelin kıymetini bilmeyip, dışardakilerin peşinde nefes tüketirsek, bir gün evdekinin çekip gittiğini görürüz.'' Bugün başta sosyal medya olmak üzere, televizyon, reklam unsurları, dükkân isimleri, vb.. birçok yerde yabancı sözcükleri görmek mümkün. Ve bu çok üzücü.. ''Dil giderse il gider.'' İl; yani devlet gider. Türk'çe düşün, Türk'çe konuş, Türk'çe yaz.. Dil hassasiyeti olan biri olarak yazarın ifadelerine katılmakla kalmayıp yürekten alkışlıyorum;

''Biz bir çok şeyi annemizle özdeşleştirmişiz. Anavatan bunlardan biridir. Vatanımıza taciz eden olursa anamıza saldırmış gibi tepki gösteririz. Ana dil de böyledir. Dilimiz taciz ediliyor, ırzına geçiliyor, oralı olmuyoruz. Demek ki bu konuda bir gerileme olmuş. Ana dilimizin namusunu kim koruyacak??'' 

''Bir İçim Su Verdin İse'' bölümünde, yazar ''vermek'' sözcüğünden yola çıkarak yardımlaşma-dayanışma konusuna dikkat çekerek insanlarda farkındalık oluşturmayı amaçlamış. Covid-19 salgınının ilk zamanlarında zor günlerden geçtiğimizi belirterek vermenin ne kadar önemli bir haslet olduğunu ifade etmiş. Buna ''Sağ elin verdiğini sol el bilmemeli'' hadisini örnek vermiş; ancak bir başka sayfada yardımın teşhirinden bahsederken bunların ilan edilmesinin millette güven duygusu oluşturacağını ifade etmiş. Ben burada bir çelişki düşündüm açıkçası. Çünkü ibadetin gizli olanı makbuldür. Bununla ilgili hadis de, yapılan iyiliğin yapandan başka kimsenin bilmemesi, şov amacı taşımamasını vurgular. Günümüzde yardım kuruluşları veya bazı ünlü kişilerce ihtiyaç sahiplerine yardım yapılıyor, bu çok güzel, belki teşvik edici.. Osmanlı biliyorsunuz, incelikler medeniyeti. ''Zimem Defteri'' ve ''Sadaka Taşları'' gibi ince düşünülmüş, kültürümüzün zarif abidelerinden. Konunun içeriğine baktığımızda olması gerektiği gibi, bir elin verdiğini diğeri görmüyor, bilmiyor. Demek istediğim, yapılan yardımı bir başkasının bilmesine görmesine gerek yok, sahibi bilsin yeter. Şova, gösterişe gerek yok. Ülkemizde son zamanlarda deprem veya yangın nedeniyle bu gibi yardımlar fotoğraf veya video aracılığıyla sosyal medyada teşhir edilip, ihtiyaç sahipleri utandırılıyor. Geçmişle bugün arasında çok şeyler yitirdik, bu apaçık ortada. Sadaka veya zekât, bunun gizli yapılması kanaatindeyim..

Öte yandan, ülkemizde her bakan değişikliğinde eğitim sisteminin değişmesi, ''millî eğitim''in içinin boşaltılması, öğretmen ve öğrencilerin oyuncak gibi yalpalanması, her sorunun dönüp dolaşıp eğitime gelmesiyle eğitime olan inancımızı da kırmıştır. Bugün üniversite sınavlarında başarı ortalaması düşükse, okul dışı davranışlarında ''eğitim''in tanımındaki gibi öğrencilerde davranış değişikliği gözlenmiyorsa, okul öğrenciyi cezbetmiyorsa, yetkililerin, özellikle uzman görüşü alınarak yazarın ifadesiyle bu ''çağdaş eğitim??'' in acilen sorgulanması gerekiyor. Söz gelimi, kitapta Millî Eğitim bakanlarının kitapları önemsememesi, bunun da eğitimde neden başarısız olduğumuzu açıklayıcı yönünden bahsedilmiş. Evet, kültürümüz yeniliklere açık; ancak bunun değerlerimizi yok etmeden yapılması gerekir. Sorulması gereken; her yenilik geleceğimize katkı mıdır? Yapılan değişiklikler kültürümüze hitap ediyor mu?

''Kadın Ağrısı'' bölümünde dikkat çekilen konu, kadına şiddetti.. Bir zihniyet, aslında insanlık meselesi.. Ülkemizin son yıllarda daha da artan yarası.. Birlik beraberlik içinde yaşamamız gereken şu dünyada masum canlar katlediliyor. Ve biz sadece üzülerek seyrediyoruz.. 

Ve kitabın en zevk alarak okuduğum bölümü; ''İçimizdeki Sızı Türküler''.. Türk'e ait ezgiler.. Türkülerden ders çıkarılacak o kadar çok şey var ki.. Tarihi, kültürü, dönemin sosyolojik yapısını, insan ilişkilerini, duyguları öyle güzel aktarıyor ki, geçmişten bugüne miras.. Sözlerine, ezgisine, yaşantısına kulak vermek gerekiyor. Kimi zaman mutlu ediyor, kimi zaman içimizi sızlatıyor.. Ama nasıl ki sözlü veya yazılı günümüze kadar gelmiş, bizden sonraki nesillere de kalması gerek önemli bir argümandır türküler..

Hayata Yunus'leyin bakmak dileğiyle.. Kitapla ve sevgiyle kalın..

Kitabın Künyesi:

Adı: Yunus'un Nefesi
Yazarı: Cemal Kurnaz
Türü: Deneme
Sayfa: 133
Yayınevi: Post Yayınları

''Kitap Şuuru, İnsanlık Şuurudur.''
@müverriheninkaleminden

Sonbahar'a Veda

Sonbahar sanattır, diğerleri mevsim. 


Ama bu dediğin diğer mevsimlere haksızlık değil mi ey şair..? ;) Aslı şudur:

Sonbahar sanat,
Kış istirahat,
İlkbahar yeniden hayat,
Yaz ise icraat..

Ah bu bendeki sonbahar sevdası... ♡
Her insan mevsiminin ruhunu içinde taşırmış.. 
Herkes hazan mevsimi demiş oysa.. Ne yani sararan yapraklar ağaçlardan dökülüyor, dalını terk ediyor diye doğa yas mı ilan ediyor kendine.. Doğa kendini yeniliyor, ilkbahara hazırlanıyor. Bunun için de dinlenmeli.. Kasımın son mısraları, sonbaharın son demlerindeyiz.. Dünya koşuşturmasının arasında etrafımıza, doğanın nasıl bir sanat eseri olduğunu görürüz.. 

                 


Mevsimler değişir, sen değişme ;) 
Bir ağaç bul, gölgesine seril.. Karşında çok güzel bir doğa manzarası.. Hani şu kıymetini bilinmeyen.. Doğayı dinle, kalbini dinle.. Huzuru uzakta aramaya gerek yok, huzur insanın içinde.. Kapat gözlerini.. Temiz havayı bolca içine çek. Hayal kurup o hayali o an yaşayan çocuklar gibi bir senaryo yaz kendine. Ve zihninde defalarca çekimini yap. Sonra aç gözlerini, yenilen.. Yeni rollerine hazırlan.. Kalk, silkelen.. Doğa gibi yenilen.. 

                                    

İşte hayat da böyle.. Shakespeare; ''Dünya bir sahnedir.'' derken neyi kastetti sizce? Dünyanın geçiciliğini mi? Evet, ama aynı zamanda tüm insanların hayattaki rollerinin değiştiğini de.. Dünyaya geldiğimizde anne ve babamızın çocuğu oluruz. Büyürüz kardeşimiz olur, abla veya abi oluruz. Okula başlarız, öğrenci oluruz. Sonrasında yetişkin olur çalışma hayatına atılırız. Üstümüzün çalışanı, astımızın amiri oluruz. Evlenir, anne-baba oluruz. Çocuğumuzun ilk öğretmeni oluruz. Teyze, hala, amca, yenge oluruz. Hayat boyunca bir rolden diğerine koşar, farklı isimlere sahip oluruz. Bazen de rollerimizin esiri oluruz; o rol benliğimizle özdeşleşir, o unvanla çağrılırız: Ali Bakkal, Kemal Usta, Örtmenim... Herkes kendi sahnesinin başrolüdür. Oysaki büründüğümüz bu roller de, hayatta bize eşlik eden diğer yan oyuncular da geçicidir. Her oyuncu birbirinin rolünü dengeler, yardım eder. İnsan en iyi kendisinin müttefikidir ve en çok da kendisinin düşmanı. Ola ki hayat bizi yordu, sakın isyan etmeyin. Belki de o an için büyük resmi göremiyoruzdur.. Olumsuz gibi görünen olaylar bizi bir üst seviyeye taşıyabilir. Niyettir asiolan.. 

                            

Kitap: Gömülü Şamdan


Menorah (Kutsal Şamdan) ya da Yahudilik Üzerine..

Zweig severlerin bildiği gibi, onun bir eserini okuduğunuzda diğer eserlerini de merak edersiniz. Bundaki sebep; onun akıcı, sürükleyici, merak uyandırıcı üslûbu, kendi açımdan da şairâne betimlemeleri olsa gerek.. Bu yüzden Zweig eserleri bir çırpıda soluk soluğa okunur türdendir. Ancak diğer okuduğum kitapların aksine bu eserde bireye değil, olaya odaklanılmış. Psikolojik tahlillerden çok bilgi yer alıyor. Ayrıca diğer eserlerinden farkı; yazarın Yahudi kimliğinin ön planda oluşu..

Burada Yahudilikte Menorah; yani yedi kollu şamdanın hikâyesi yazarın kendi kurgusu dahilinde anlatılmıştır. Yahudilerin kutsal emaneti şamdanın anlamından ziyade zaman içinde yer değiştirmesi ve insanlar üzerindeki etkileri ele alınmış. Ancak kendisi de Yahudi kökenli olan yazar, bu eserinde yedi kollu şamdanın arka planında Yahudilerin tarih boyunca çektiği sıkıntıların dile gelmeyen hislerini anlatmış, belli kesimleri eleştirmiştir. Yahudilerin kendilerine ait bir devleti olmadığı için (İsrail yok o zamanlar) yersiz yurtsuz, dışlanan, hor görülen bir toplum olarak yaşıyorlar.  Yahudilerin tarihte sürekli yer değiştirmeleri şu alıntıda verilmiştir:

''Romalı Yahudiler bu durumdan çok da memnun değillerdi. Sürgünden beri, kutsal topraklardan sürülen bu kişiler, nesillerdir yeni ülkelerinde meydana gelen felaketlerin onlar için de felaket anlamına geldiğini öğrenmişlerdi. Bir şehir yağmalandığında, bir salgın hastalık baş gösterdiğinde durum onlar için de kötü oluyordu. Hangi kötülük yaşanırsa yaşansın, suç onlara yükleniyordu. Biz Yahudiler savaşçı değiliz, tek gücümüz fedakarlıktır. Bu dünyada ne yazık ki gücün geçerli olduğunu ve haklıların nadiren galip geldiğini öğreneceksin. Tanrı bize haksızlıklara karşı direnmeyi öğretti, doğru olanı güçle yapmayı değil.''

Bu  cümlelerde yazarın kendi biyografisini de görmek mümkün. Bunun en önemli nedeni II. Dünya Savaşı döneminde yaşamış olması. Zweig, Hitler'in yarattığı faşist düzenin bütün dünyaya yayılacağını düşünerek intihar etmiştir. Onun 
Nazi döneminde çektiği sıkıntılar, kitabın neden karamsar bir havada olduğunu anlatıyor aslında. Kitap ilk 1936 yılında yayımlandığına göre, anlatılanlara objektif açıdan bakabiliriz. Çünkü eserin yazıldığı tarihi düşünürsek, dönemi kasıp kavuran ırkçılığın, Zweig'i intihara sürükleyen boğucu ortamın yaşandığı tarihler. (Irkçılığın anlamını bilmeyenler bu kitabı okusun. Ayrıca Yahudi ırkçılığı ile ilgili; Shindlerin Listesi, Çöküş, Çizgili Pijamalı Çocuk filmlerini kesinlikle izleyin derim.) 

Kitap, 455 senesinde Roma'nın Vandallar tarafından yağmalanması ile başlar. Roma'nın yağmalanması sonucu yedi kollu şamdan Vandalların eline geçmiştir. Orada yaşayan bir Yahudi cemaati, bir toplantı yaparak şamdanın peşinden gitmeye karar verir. Olanlara şahit olması ve kendilerinden sonraki nesle anlatması için yanlarına küçük bir erkek çocuğu (Benjamin) alırlar. Tam kavuşacaklarken işgalciler şamdanı denizaşırı yolculuğa çıkarır. Yıllar sonra Benjamin büyür, yaşlanır. Yahudi halkı onu şamdanı geri alması için bir umut olarak görür. Benjamin, Vandalları yenen Bizans hükümdarı Justinianus'un kutsal emanetleri ele geçirdiğini öğrenir. Şamdanı geri almak ve Yahudilere teslim etmek için Bizans'a gider. 

Kitap kabaca iki bölümde ele alınmış. İlk bölümde Benjamin'in şamdanı son kez görmesi ve ona dokunmasının verdiği enerji yoğunluğu sonucu kolunun kırılması; ikinci bölümde ise, menorayı son gören kişi olarak Yahudiler tarafından saygı duyulan bilge bir isim olması. 

Kitabın adından ve kapak resminden dolayı 'şamdan' hakkında kısaca bahsedecek olursak; şamdan, aslında dini ögeler taşıyan bir sanat eseri olduğundan Yahudiler için kutsal emanet olarak görülüyor. Saf altından yapılmıştır. Biri ortada ve bunun iki yanında üçer tane olmak üzere yedi kolu bulunur. Bunlardan her birinin saf altından işlenmiş tomurcuğu ve çiçeği olan birer kâsesi vardır. Menorah, bir zamanlar Süleyman Tapınağı'nda iken Titus, Kudüs'ü ele geçirdikten sonra zaferini kutlamak için onu anıt bir eşya olarak Roma'ya getirmiş ve Titus Kemeri üzerinde sergilemiştir. Bu yüzden Yahudiler için bu olay hüzünlü bir tarih olarak biliniyor. Bir de dokuz kollu şamdan olan Hanukiya var. Ayrıca inançlı her Yahudinin evinde menoranın taklidinin bulunduğundan ve 7 rakamının kutsallığından da söz edilmiştir. 



Aslında kitabı okudukça şöyle bir bakış açısı gelişti.. Günümüzde İsrail denildiği zaman, ilk olarak ''arz-ı mev'ud'' yani 'vaad edilmiş topraklar' akla gelir. Kitapta bahsedilen asırlardır oradan oraya savrulan, yabancı devletlerin boyunduruğunda yaşayan Yahudi halkının hislerini okuyunca, İsrail'in bugün Gazze ve Filistin bölgelerindeki sert tutumunu, acımasız tavrını, aslına bakarsak intikam duygusunu daha iyi anlarız. 

Kitabın birçok sayfasında, Zweig'in bilinen üslûbundaki tarafsızlık ilkesi kaybolmuş gibi geldi bana. Bunun nedeni, eserinde Yahudiliği ve Yahudi halkını fazlaca yüceltmiş olması. Örneğin, kendilerini 'Tanrının seçilmiş kulları, hakkaniyetli insanlar, dünya nimetlerine sırtını çevirip sürekli Yehova'ya dua eden insanlar' olarak görüyorlardı. İlk bölümlerinde Yahudiler, sürekli sıkıntı çeken suçsuz, günahsız bir cemaat olarak gösterilmiş. (Bknz: İsrailoğulları, Bakara suresi, 61. ayet) Bunu daha kitabın başlarında fark edebiliyoruz. Bu belki de yazarın Yahudiliğe mensup oluşundan kaynaklı; ancak diğer eserlerindeki objektif tutumu bu eserinde bulamamak hayal kırıklığıydı.

Kitabın sonlarına doğru bir öz eleştiri baş gösteriyor; ''Yahudilerin çektiği sıkıntıların sebebi nedir, Tanrı onlara neden yardım etmiyor?'' gibi sorulara cevap aramaya girişirler:

''Belki de Tanrı, ilgimizi görünür ve elle tutulabilir şeylerden uzaklaştırılalım diye tapınağı yok etmiş ve bizi evlerimizden alıkoymuştur.''

Kitabın ilk yarısı sakin ilerlemekle birlikte ikinci yarısı daha hareketli. İşin içine Konstantinopolis; Aya Sofya, Pera (Beyoğlu) gibi bilindik yerler girince merak uyandırıyor. Hattâ Avrupa'nın bir zamanlar korkulu rüyası haline gelen ''Tanrı'nın kırbacı'' Hun Hükümdarı Attila'dan da bahsedilmiş. Zweig bu eserinde kendince Yahudilerin derdini anlatmaya çalışmış, başarılı da olmuş. Acaba yaşasa ve bugün İsrail'i görseydi ne düşünürdü?

Yazar, kitabın sonunda okuruna umut dolu bir gizem bırakıyor. Keşke bu umudu kendi içinde de saklayabilse, yaşamına son vermeseymiş.. Gerçek Menorahın akıbeti bilinemiyor, belki de hâlâ İstanbul'un bilinmeyen dehlizlerinde saklıdır. Kişi analizine gelecek olursak, burada kahraman ne Benjamin ne de Yahudi halkı. Her şey şamdanın etrafında olup bitiyor. Benjamin ise; şahit ve taşıyıcı rolünde.. Kitap baştan sona tarihsel bilgi kırıntıları sunuyor. Zweig serisini takip edenler bunu da severek okuyacaktır. Kitapla ve sevgiyle kalın..

Kitabın Künyesi:

Adı: Gömülü Şamdan
Yazarı: Stefan Zweig
Türü: Dünya Klasikleri, hikâye (novella-uzun öykü)
Sayfa: 160
Yayınevi: Martı Yayınları

Türkülerin Dilinden: Mevlâm Birçok Dert Vermiş/Diley Diley


Türkünün Yöresi: Malatya
Güfte ve Bestekârı: Nevzat Gülöz
Kaynak Kişi: Kemal Çığrık
Derleyen ve Not Alan: Nidâ Tüfekçi

Kemal Çığrık Varyantı:                           Fahri Kayahan Varyantı:
 
Mevlâm birçok dert vermiş                     Mevlâm birçok dert vermiş
Beraber derman vermiş                         Beraber derman vermiş
Bu tükenmez derdime                           Öldürücü dertlere
Neden ilaç vermemiş                              Neden merhem vermemiş

Nakarat:                                              Nakarat:
Zâlim ağlatma beni                               Diley diley diley yâr
Derde bağlatma beni                              Diley diley diley yâr...
Gülüp sızlatma beni                               Diley diley yâr
Diley diley yâr...

Fani şu dünya fani                                 Fânidir dünya fâni
Alır da vermez yâri                                Alır da vermez yâri
Bu tükenmez derdimi                             Bu merhametsiz derdi
Tabipler de bilmedi                                 Doktorlar da bilmedi

Allah'ın verdiği dert                                 Dediler inanmadım
Gün olur gelir geçer                                Her söze aldanmadım
Aşka düşen yürekler                                Gelip gidene sordum
Yanar kül olur geçer                                Böyle âvare oldum

Mevlâm Birçok Dert Vermiş türküsü ''Diley Diley'' adıyla da bilinmektedir. Diley; yani gönül anlamında.. İki varyantı bulunmaktadır: Fahri Kayahan ve Kemal Çığrık Varyantı. 

Türkünün Hikâyesi: Avukat Selahattin Sarıoğlu'nun anlatımıyla Nevzat Gülöz;

''17-18 yaşlarındaydım. Nedime adlı bir kız vardı. Sık sık görürdüm onu. İçimde Nedime'ye karşı bir muhabbet kaynamıştı. Gördüğümde gözümü gözünden hiç ayırmazdım. Onun da bana karşı aynı duygularla dolu olduğunu, aynı duygularla baktığını düşünüyordum. Zaman zaman böyle konulara girmeden konuştuğumuz olurdu. Ama kesinlikle elim eline değmedi. Sonra tayin olup memleketleri Maraş'a gittiler. Bir yıl kadar sonra Maraş'a gittim. Orada bir
tepe mi ney vardı. Oraya gelirlerdi hep. Oraya gittim. Kardeşleri Rasim'i, Alaeddin'i gördüm. Soyadları Özdenören. Birbirimizi iyi tanıyorduk. Alaeddin sonradan öldü. Rasim hayatta. Televizyon programları yapıyor her ay. Dinliyorum. Sohbet ettik biraz. Rasim'e dedim ki, 'Ablanız nasıl, ne yapıyor?' 'Ablamı nişanladık. On gün sonra gelin oluyor.' dedi... Allahhh! Maraş kafama geçmedi mi... Başım döndü, öyle kötü oldum ki... Dedim kendi kendime 'O benim artık anam, bacım.'

Eve geldim, uykum yok. Yatamıyorum. Tamburla bir şeyler çalıyorum. Dur ki dedim, sözlerini yazayım önce. Gurban olduğum Allah herkese bir şeyler veriyorsun. Mevlâm birçok dert vermiş... Beraberinde derman veriyor. Verem olmuş, ilacını veriyor. Tifo olmuş, ilacını veriyor. Bu benim zalım derde -aşka neden ilaç vermedin? Diley diley... yani gönül gönül...''

Nevzat Gülöz'ün, üstüne böylesine güzel bir eser besteleyecek kadar sevdiği kız Nedime Özdenören Kahramanmaraşlıdır ve Fen memuru olan babasının Bayındırlık Müdürlüğü'nde çalışması nedeniyle Malatya'da yaşamıştır. Nedime'nin bahsedilen ikiz kardeşleri Rasim ve Alaeddin Özdenören kardeşlerdir. Düşünce, şiir ve hikâye alanında edebiyatımızın önemli isimlerindendir. Nevzat Gülöz, Nedime'nin evleneceğini Kahramanmaraş'ta öğrenmiş, sonra gelip Malatya'da bestesini yapmıştır. Sonraları bestesini Sanatçı Fahri Kayahan'a dinletmiş ve beğeni kazanmıştır. Buruk bir sevdadan geriye böyle güzel bir türkü kalmış..
...
Mevlâm birçok dert vermiş... Dertler, sıkıntılar olmadan güzel günlerin kıymeti anlaşılır mıydı ki.. Şöyle de bir şey var: Allah sevdiği kullarını imtihan edermiş.. ''Derd-ü belâ, kemend-i mahbûbdur.'' der eskiler. Yani dert ve belâ, sevilenleri çekmek için atılan kementtir. Cenâb-ı Hak imtihan ediyor; o anda ne yapacaksın, nasıl davranacaksın diye.. Diken, gülün habercisidir, unutmamak lâzım.
...
Zeki Müren, Müslüm Gürses ve Selda Bağcan'dan dinlenesi güzide bir sanat eseri. Öyle nahîf bir türkü ki, Mevlâ'nın verdiği derdin üstüne bir de dileyyy çektiriyor. Efsane.. Böyle içli türküler akla Cemal Süreya'nın şu sözünü getiriyor: ''Hevesin, mutluluğun boğazda en sert kaldığı coğrafyanın çocuklarıyız.'' Gerçekten de öyle.. Yarım kalmaları ne de güzel anlatıyor türküler.. Bağlama olmadan da bu türkünün eksik kalacağı aşikâr.. Sesi türkülere çok yatkın olan Kerim Yağcı abimizin yorumu da kulağa çok hoş geliyor. Mevlâm ne güzel ses vermiş, maşallah :) Türkü tadında kalın..

Derleme:

Zeki Müren'in uzun havalı yorumu: https://www.youtube.com/watch?v=rQ-WN2nUlmg

@müverriheninkaleminden

Türkülerin Dilinden: Ninemin Mektubu-1 (Asker Mektubu)

Ninemin Mektubu-1: Çöz De Al Mustafa Ali
Eserin yazarı: Mehmet Yılmaz
Türkünün Yöresi: Denizli
Derleyen ve İcrâ eden: Özay Gönlüm

Ey benim cân-ı gönülden kursağımın incisi, gözümün zencisi, gıymatlım, çılbağım, bağrıyanığım, yetimim. Elimin asâsı, gönlümün tasası, evlerin yakışığı, gızların âşığı, çorbamın kaşığı, bidanem yavrımm benim. Nasısın bakem, eyi misin len? Eyi olman için dağları taşları, gurtları guşları, her şeyi yaratanıma dua edip oturuyom gari. Sen de benden gözü yolda, bağrı yufka ninenden sorarsan; şükürler ırabbıma eyiyim. Sen yavrımdan başka heç bi tasam yok. Anlat, köyün içinde ne havadislee vaasa hepiciğini yazın deyyon. Bizim köyün çobanı Mıstafaali aben vaa ya, malları güdüvemeyo gari. Zebebi de, geçenleede Iraz gızın kına gecesinde garılar toplandık; çengilee, çalgılaa başladılaa ünleşmeye. Tüm garılaa oynadılaa gari. Tam Mıstafaali abeyin garısı Ayşe'ye gelmişti sıra, oyneycem deye galkıvediydi. Çengilee, çalgılaa da susuveemedi mi len. Garıcağız ortalıkta sinek gibi galıgaldı. Sona ağlaya ağlaya eve gelmiş gari: ''Biz çoban garısı olduysak, insan değel miyiz?'' deye. Mıstafaali abeyin de ''Gız garı ne ağleyon?'' demiş, o da anlatıveemiş. Bi yol baktık ertesi gün, Mıstafaali abeyin malları güdüveemeycen gari, demiş. Köyün böyükleri hep Mustafaali abeyinin ayağına geldilee. Ee ne etcen yavrım, şimdiye gadar hep Mustafaali abeyin onların ayağına gideedi, işler değişti gari, accık da onlaa geliveesin. Len bizim oğlan, şu işi nası tamir edem, ne etceksek edem, deye. O da on parça çengiyi, çalgıyı şeherden getirceksiniz, sabahten akşama gadar bizim için çalıp çığırceklee, demiş. Mıstafaali abenin lâfını geri mi goyceklee ya, aldılaa geldilee gari çengiyi, çalgıyı on parça. Yeniden bi düğün gurdulaa. Hani öyle derlee; garı kısmına gökte düğün vaa desen merdiman dayeyip de çıkmaya galkarmış ya, garılar hepiciğimiz toplandık. Senin Ayşe gelin bi oyun döktürüveedi. Kahpanalı, dizleri de yorulmadı cavırın. Akşamüstü goyunları moyunları gütmüş, Mıstafaali abeyin eve gelmiş. Bakmış inahtar yok cebinde. E garı nerde? Düğün yerinde. İnahtaa nerde? Garıda :) Vaamış, habire oynayıpduru daha Ayşe... ''Gız Ayşeee, yörü gari garı, eve gidem. Şu evin inahtarını vee, yörü gari oynadığın yetee deyyom!'' Ayşe de evin inahtarını beline bağlamış ipinen, hem oyneyoomuş hem de ''Çöz de al Mıstafa Alim, çöz de al'' deyyomuş gâvır. 

Karabaş koyunumu güde güde getirdim 
Getirdim de gabardıcın (kaba ardıcın) dibine yatırdım
Ayşem sağdı ben bakırı götürdüm
Ablası güzel kendi karabaş koyunum

Çöz de al Mustafa Ali çöz de al
Çöz de al Mustafa Ali çöz de al...

Aşar isen karlı dağları aşalım
Geçer isen tozlu da yolları geçelim
Çeker isen güzel de kahrı çekelim
Çirkinlerin kahrı çekilmez güç olur

Çöz de al Mustafa Ali çöz de al
Çöz de al Mustafa Ali çöz de al...
...
Dinlerken gözümüzden yaşlar getiren bir Özay Gönlüm klasiği.. ''Asker Mektubu'' olarak da bilinir bu eser. Olur olmaz şeylere ''eeee olcek iş vaaa, olmicek iş vaa akideş'' dememize sebep olan güzide mektuplar.. Ninemin Mektubu, aslında köylünün kıvrak zekâsını ve hicvetme yeteneğini bizlere gösteren bir Özay Gönlüm derlemesi.. Rahmetli Özay Gönlüm, genelde bu mektupların sonunu bir türküye bağlar ve sazını konuştururdu. Mektuplardaki ninenin adı, Umman'dır. Çocukluğumdan beri radyolardan aşinâ olduğum o unutulmaz ses.. Ara ara dinleyerek ruhumu şenlendiririm. 

Türk Halk Müziği'nin unutulmaz isimlerinden Özay Gönlüm, Denizli'nin Tavas ilçesine bağlı Kızılcabölük Mahallesindendir. Özellikle Denizli yöresinin türkülerini, sesi ve üçlü sazı olan ''yâren''le mikrofonlara taşıdı. Çalıp söylediği Ege türküleri kadar taklit yeteneği, fıkraları, kullandığı Denizli şivesiyle halk kültürüne zenginlik kattı. Başta Zeki Müren olmak üzere pek çok sanatçıyla aynı sahneyi paylaştı. TRT programlarında, radyolarda görev aldı. ''Nineden Mektuplar/Umman Nine'' tiplemesiyle çok sevildi. Yabancı ülkelerde konserler vererek, başta Denizli ve Kütahya yöreleri olmak üzere pek çok yöreden 3000'in üzerinde türkü derledi. Tiyatral yeteneği, vokal yorumu, yöresel icrâ tekniği ve ''yâren'' adını verdiği üçlü sazıyla ile Türk Halk Müziği'nde bir ekol oluşturdu. Yâren, onun cura, bağlama ve çöğürü bir araya getirdiği üçlü enstrümanıydı. Türküleriyle beğeni toplayan Özay Gönlüm, akciğer rahatsızlığı sebebiyle 2000 yılında vefat etti. Bugün onun hâlâ severek dinlediğimiz ve düğünlerde yer verdiğimiz türküleri bizlere miras olarak kaldı. Ruhu şâd, mekânı cennet olsun. Dinlemenizi kat'iyetle tavsiye ederim. Türkü tadında kalın..

@müverriheninkaleminden

Kitap: Yol Arkadaşım

Ayraç da Gamze'min armağanı :)

Hayat yolunda yol arkadaşlarınız iyi insanlar olsun..

Yazarın ön söz ve son sözündeki mütevazılığı çok hoş.. Satırlar dolusu tahsil hayatından bahsetmemiş. Kısa ve öz; Türkçe öğretmeni. Belki de kitap çocuklara hitap ettiği için böyle.. Çocuk kitaplarını okuduğumuz zaman, çocukların gözünden yetişkinlerin hayatını okuruz aynı zamanda. Yetişkinlerin bencilliğini, otoriterliğini, komplekslerini, saplantılarını görürüz. Hayatımızda da öyle değil mi? Elimizdekilerin değerini kaybettiğimizde anlamıyor muyuz çoğumuz.. Evcilleştirdiğimiz her şeyin sorumlusu olduğumuzu unutuveririz.. Küçük Prens'in şu sözünü çok severim;

''Ölene kadar sorumlusun,
gönül bağı kurduğun her şeyden.''

Yazar da kitabında göz kırpmış Küçük Prens'imize.. 
''Gözler gerçeği göremez ki, yüreğiyle aramalı insan.''

Sina ve Ada.. İki küçük kardeş. Yazar öyküyü bu iki çocuğun gözüyle anlatmış. Çocuklara insanî ve kültürel değerlerimizi aktarmış: sevgi, saygı, yardımseverlik ve paylaşmanın mutluluğu, yeni insanlar tanıyıp yeni arkadaşlar edinme, kitap okumanın önemi, akşam ezanı okunmadan evde olma, yalanın kötülüğü ve zararı.. 

Neler yok ki kitapta:
- Ön yargının her zaman olumsuz olmadığı, 
- Tüketim toplumunun küçük esnafa nasıl zarar verdiği, 
- Sıcak bir tebessümün bir kişinin omuzundaki dertlerini hafifleteceği, 
- Gurur yapmanın her zaman iyiyi yansıtmadığı, 
- Savaş ve zulümlere insanların sessiz kalmasının burukluğu, 
- İzinsiz kimsenin malına dokunulmaması gerektiği, 
- İnsanlarla adımızdan önce yaramızın ortak dilini konuşmanın duygudaşlığı, 
- Küçük şeylerle mutlu olmanın tarif edilmez mutluluğu, 
- Hayatımıza aldığımız insanlara vefamızı göstermek, 
- Türkçemize sahip çıkmak ve yabancı kelime kullanmaktan kaçınmak, 
- Aza kanaat etmenin mutluluğu, 
- Akıllı telefonların kişiler arası sevgi ve iletişimi engellediği, 
- Büyüklerin çocukları askerle, polisle, doktorla korkutmasının yanlış bir eylem olduğu anlatılmış. Kültürümüzde kandil günü âdetleri, çocukların akşam ezanı okunmadan evde olması gerektiği gibi sorumluluklardan da bahsedilmiş.. Bu kitapları çocuklar okumalı evet ama büyükler daha çok okumalı öyle değil mi? Kaybettiğimiz şeyleri buluruz belki.. 

''İnsan, insanın aynasıdır.'' sözü kitapta çok güzel örneklendirilmiş; ''Hepimiz birer aynayız çocuklar, karşımızda ne varsa onu yansıtırız. Siz geldiniz güzellik yansıttınız aynama; sizden önce gelen sitem ediyordu, karşısında da somurtan bir bakkal gördü; ondan önce gelen adamı görmediniz ama çok sinirli bir adamdı ve ayna da ona gülümsemedi doğal olarak. Siz aynalarınıza hep gülümseyin.'' İnsan kendini insanda tanır. Nasıl ki aynaya baktığımızda davranışlarımız aynaya yansıyorsa, karşımızdaki insana da karakterimiz yansır. Size güzellikle yaklaşana güzel yaklaşır, öfkeyle yaklaşana siz de sitemle yaklaşırsınız. 

Ne diyordu şair.. ''Biz büyüdük ve kirlendi dünya.'' Dünyayı kirletmemek bizim elimizde. Bir çocuk size küstüğünde ertesi gün o küslüğünden eser kalmaz. Niye mi? Çünkü çocuklar kin tutmaz. Yardım etmek için birinin dinine, ırkına ya da ideolojisine bakmaz. Merak, utanma duygusu had safhadadır. Bu güzel huylar umarım çocuklukta kalmaz. Biz yetişkinler bir zamanlar çocuk olduğumuzu ne çabuk unutuyoruz.. Sahi ne zaman koptu bağımız çocuklukla, ne zaman vedalaştık oyuncaklarımızla.. ? Çocuğa sevgi ve saygıyla eğilerek insanlık medeniyetinin kozalarını örmek kolay değil elbette. Ama çocuğu şekillendirmenin sorumluluğunu sadece öğretmene yüklememek gerekiyor. Yazarın da değindiği üzere; çocuğun çevresindeki herkes, başta anne-baba, akraba, eş dost, biz yetişkinler çocuklar için örnek davranışlar sergilemeliyiz ki örnek alsınlar. Elinden akıllı telefonu düşmeyen bir ebeveyn, çocuğu için bahane aramasın. İşten eve geldiğinde kumandaya değil, çocuğuna sarılan; telefonda başka insanların hayatını değil de kendi çocuğunun ve ailesinin hayatını takip eden, kahvelerde başkalarıyla oynayan değil, çocuğuyla oynayan ve onun gözlerinin içine sevgiyle bakan anne babalar geleceği de inşa eder. 

Yazarımız, Türkçemizi güzel kullanarak örnek olmuş. Kadim kelimelerimiz bir yana, unutulmaya yüz tutmuş deyimlerimizi de yerleştirmiş kitabına. Günümüzde sosyal medya deyimleri ön planda biliyorsunuz! Diline sahip çıkmak her vatandaşın görevidir. Bu bilinçle kitapta da belirtildiği üzere Türkçemize sahip çıkalım, gerçek de olsa sanal da olsa, yalnız başımıza da olsak hayatımızda Türkçe'yi güzel kullanmaya dikkat edelim. (Kırlangıç Paşa'ya selâmlar :) Çocuklara gönül rahatlığıyla okutulabilecek bir eser. 
Kitapla ve sevgiyle kalın..

Kitabın Künyesi:

Kitabın Adı: Yol Arkadaşım
Yazarı: Hasan Başdemir
Türü: Öykü
Sayfa: 78
Yayınevi: Sinada Yayınevi

''Kitap Şuuru, İnsanlık Şuurudur.''

Bir Ekim Klâsiği: Kestane Hasadı


 Daldan tezgâha binbir emekle gelen kestanenin hikâyesi...

Kestanenin çırpılıp toplanması, kabuklarından arındılması ve sofralara gelene kadarki yolculuğu..

Tohumundan meyvesine sofranıza gelen yiyeceklerin yolculuğunu merak ettiniz mi hiç, yoksa sadece duyarsız bir tüketici misiniz? Her sene gazetelerin haber yaptığı ama insanların pahalı diye burun kıvırdığı, çiftçinin kazanç sağlayamadığı o ürünlerin ne zahmetle soframıza geldiğini düşünmek gerekir.

Kestane, kayıngiller ailesinden olan kestane ağacının meyvesidir. Üç kabuklu diyebiliriz. Dış kabuğu yeşil, sert, dikenli; çiğdemi parlak kahverengi, iç kabuğu da ince, tüylü, zar gibi.. Yılda bir kez olduğundan nazlıdır. Öncelikle, kestanenin zorlu bir hasat sürecinden geçtiğini söylemek isterim. Heyecanlı ve oldukça sıkıntılı bir süreç.. Çünkü kestane, diğer ürünlere göre toplaması en zor ve meşakkatli bir ürün.. Köyümüzde atadan dededen miras kalan, hattâ yaklaşık beş yüz yıllık kestane ağaçları bulunmakta. Ağaçların boyu çok uzun olduğu için herkes çırpmasını yapamıyor hâliyle. Hâl böyle olunca hasat, gerek köy içinden gerek dışarıdan gelen çırpıcı ve toplayıcılarla yapılıyor. Yüksek rakımdaki kestane ağaçlarının bulunduğu bahçelere çıkan üreticiler, dikenli kozalakla kaplı kestaneleri ağaçtan düşürüp daha sonra kozalaklarından ayırmak suretiyle iç ve dış pazara yetiştirmeye çalışıyor. Kestane hasadı Buldan'da Ekim ayının ortalarında başlayıp on beş yirmi gün sürüyor.



Bu zorlu süreçte işçiler bazen ağaçtan düşüp belini kırabiliyor, dalın çarpmasıyla gözünü kaybedebiliyor. Defalarca şahit olduğum üzere bu işin can güvenliği yok; sakat kalma, kör olma, hattâ ölüm riski var. Son derece maharet ve dikkat isteyen bir iş.. Hasat için erkekler ağaçların yüksekliğine göre, kadınlar ise toplama yevmiyesi alıyor; ancak can güvenliği olmadığı için üretici işçi bulmakta her sene sıkıntı yaşıyor. Çünkü dikenli kestanenin göze gelmesi sonucu kör olanlar bile var. Kestaneyi sürekli eğilerek topladıkları için bel ağrıları olabiliyor. Fakat üreticiler geçim kapısı olduğu için bu tehlikeleri göze alıyor. 


Kuraklık sebebiyle üreticiler elbette üründe verim kaybı yaşıyor.
Yüksek rakımlı yerler ve dağların kuzey yamaçlarında yetişme ortamı bulan kestane ağaçları Denizli (Buldan Alandız, Kurudere, Kaşıkçı, Yeniçam, Hasanbeyler ve Yayla köyleri) Aydın'da ormanlık alanlarda yoğun olarak yetişiyor. Ekolojik olarak kalitesi onaylanmış bu bölgeler organik kestane yetiştiriciliği için uygun bölgelerdir. Buldan kestane üretimi ülkemiz açısından önemli. Özellikle ormanlık arazilerde yetişen kestane, rutubetli ortamı bulduğu için kalitesi artmaktadır.

Sabahın ilk ışıklarıyla ağaçlardan çırpılarak düşürülen kestaneler selelere doldurularak çuvallara yerleştiriliyor. ''Sırıkçı''''silkici'' ya da ''çırpıcı'' adı verilen erkek işçiler, ellerine uzun sırıklar alarak 15-20 metre yükseklikteki ağaçlara çıkıyor. Çıktıkları bu ağaçta âdeta bir cambaz dikkatiyle dalların üzerinde tutunmaya çalışıyor ve sırıklarla kestaneleri yere düşürüyorlar. Ağaçlardaki kestanelerin tamamı yere düşürülünce devreye kadınlar giriyor. Dış yapısı dikenli olan kestaneyi eldiven giyerek toplayan kadınlarımız, bazen dik yamaçlarından bazen de dar yerlerden geçerek tek tek topluyor. Selelerle toplanan kozalaklar hararlara (büyük çuval) dolduruluyor. Bunun akabinde çuvallar dökülecek yere taşınıyor. Erkekler tarafından önceden hazırlanan ''kuzuluk'' denilen kuyulara boşaltılıp gömülür ve üzerleri eğrelti otları ile kapatılır. Dikenlerinin çürümesi için yaklaşık 1 ay boyunca sulanarak kuyularda bekletilen kestaneler, kendine has tat ve aromaya bu aşamada kavuşuyor. Böylece hem dikenli kabuğu çabuk ayrılıyor hem de daha lezzetli hâle geliyor. Sonra makine yardımıyla dış kabuğu ayıklanıp kalitesine göre sınıflandırılan kestaneler satışa hazır hale getiriliyor. 


Tırmanırlar ağaca, kenarı uçurum;
Kestaneler ağzın açmış hepsi bitirim.

''Hüznün makbul meyvesi'' derler kestaneye.. Nazlıdır, beğenmez dikenli kabuğunu. Kozasından sıyrılırken hemen burnu büyür de; atar kendini ağaçtan yere tane tane.. Soğukta sıcacık ısıtsa da elleri, fukaranın cebini yakar etiketi..

Kış aylarında insana soba özlemi çektirir.. Pazarda satıcıların ''Kestane kebaaap, yemesi sevaaap...'' nidâlarıyla bağırışlarını duyarsınız.. Bir zamanlar da mektuplarda ''Kestane kebap, acele cevap isterim.'' şeklinde ifadeler yer alırdı. Heyy gidi günler... Yerli Malı Haftası'nda çocukların okula getirdiği yurdumuz yiyeceğidir kestane.. Kestanenin ucundan kıyısından geçmeyenler için de sadece bir rengin adıdır; açık, koyu kestane rengi saçlar :D 
...

Geçen senelerde yoğun olduğum için yıllar sonra tekrar hasat yapmak nasip oldu. Köyümüzde imece usulü devam ettiğinden herkes birbirine yardım eder. Kozalaktan kendiliğinden çıkan kestane tanesine ''çiğdem'' diyoruz. Kestaneleri toplarken çiğdemleri ayırmak isteyenler, turfandasını yapmak isteyenler oluyor. Çocukluğundan beri altın arar gibi çiğdem ayıranlar bilir bu heyecanı. Ben de hevesle çiğdemleri ayırmak için kendime önlük dikmiştim, bulduğum çiğdemleri ceplere attım.

                  

Köyüne gidince halay çekmeyip fotoğraf çekenlerdenim.. Yerel kıyafetlerimle de gurur duyuyorum, hattâ beni öyle görenlerden övgü mesajları bile alıyorum. Gördüğüm güzellikleri fotoğraf ile ölümsüzleştirmeyi ve ânı kaydetmeyi seviyorum.. Hasat zamanı karşıma çıkan güzelliklerden bahsedeyim; sonbahar yağmuru, renk renk dökülen kuru yapraklar, annesini kaybetmiş soğukta üşüyen minik tosbik, yavrularını sırtında gezdiren devasa kurt örümceği, pırıl pırıl parlayan 'beni topla çayımı iç' diye gözüme bakan kuşburnuları... Sonbahar rüzgârı öyle bi' işledi ki içime kış gelmeden şifâyı da kaptım, iyi mi :)




Yüzlerce ailenin geçim kaynağı olan kestane üretiminde Türkiye, dünya üçüncüsü. Umarım ilerleyen yıllarda tarım desteğiyle çiftçinin işi kolaylaşır, yüzü güler. Kazasız belasız, bereketli, bol kazançlı bir sezon olması dileğiyle.. Kalın sağlıcakla..

13.10.2021


Özünü unutan kendini unutsun..


O zaman benden size gelsin.. Bu Kırım türküsünü müziğimize kazandırdığı için de Samida'ya koca bi alkış.. Dinlerken nasıl masum bi tebessüm oluşuyor insanın yüzünde, yürekleri okşuyor..

Son Düzenleme: 23.10.2022