Kitap İncelemesi: Gençlerle Hayat Bilgisi



Vefatının sene-i devriyesinde Haluk Dursun Hocamıza Saygı ve Rahmetle..

Prof. Dr. A. Halûk Dursun hocamız, akademik çalışmalarının yanı sıra kamusal alanda da önemli faaliyetlerde bulunmuştur. Bir dönem Ayasofya Müzesi başkanlığı ve müdürlüğü görevlerinde bulunmuş; Topkapı Sarayı müdürlüğü döneminde ziyaretçiye kapalı olan bölümler açılmış olup süreli sergiler düzenlenmiştir. Geleneksel Ramazan etkinlikleri, Muharrem ayı aşure programları, baklava alayları, musiki programları gibi saray gelenekleri tertip edilerek adeta yaşayan bir müze haline getirilmiştir. Kültür ve Turizm Bakanlığı, Yunus Emre Enstitüsü gibi kültürel kurumlarda görevlerde bulunmuş, yurt içi-yurt dışı birçok etkinlik-proje hazırlamış, konferanslar vermiş ve birçok ödüle layık görülmüştür. Çeşitli kültür merkezleri ve okullarda ''Gençlerle Baş Başa'' başlığı altında seminerler, söyleşiler, sayısız konferanslar vermiş, farklı dönemlerde tarih, kültür ve sanat içerikli televizyon ve radyo programları düzenleyip değişik gazetelerde yazılar yazmıştır. Görevi sırasında trafik kazası sonucu Rahmet-i Rahmân'a kavuşmuştur. Hakkında ne anlatsak az kalır, bir ömrüne nice ömürler sığdırmış nadir insanlardan desek yeridir. Balkanlardan Ortadoğu'ya, Kafkaslardan Kuzey Afrika'ya, Uzak Doğu'dan Amerika ve Avrupa'ya birçok şehir, kültür coğrafyasını gezmiş, görmüş, tecrübe edinmiş bir kültür tarihçisidir. 

Halûk Hoca'nın bu kitabı, ömrü boyunca gençlere ulaşmak için hayat dersleri verme amacına hizmet ettiği, bu amaçla onların ilgi alanlarına hitap eden sosyal medyada paylaşmayı tercih ettiği yazılarından ve kendisinin çocukluğundan beri ''Halûk'un Defteri'' adıyla tuttuğu defterlerinden yola çıkılarak oluşturulmuştur. Vefatından sonra kızı tarafından derlenen bu kitap; bir söyleşi, bir hasbihâl, bir muhabbet niteliğindedir. Giriş kısmında gençlere mütevazi bir hitap ile seslenir: ''Sevgili gençler; size bir profesör, bir öğretim üyesi sıfatıyla değil, bir ağabey kimliğiyle seslenmek, sizinle zaman zaman ''Hayat Bilgisi Dersleri'' kapsamında söyleşmek istiyorum. Burada size aktaracaklarım, önereceklerim, eleştirilerim, gençken zaman zaman benim de yapmış olduğum hatalar ve eksikliklerdir.'' Ne güzel bir giriş cümlesi.. unvanları bir kenara bırakıp bir dost, tecrübelerini paylaşmak isteyen bir ağabey sıfatıyla gençlere seslenmek.. Onlara ulaşmak için yazılarını sosyal medyada yazmak.. Çağın koşullarına uyarak amaca hizmet etmek.. Rahmet olsun hocamıza, bu ne ulvî bir amaçtır..

Kitabı okurken çokça altını çizdiğim cümleler oldu. Her cümlesinden hisse çıkarılacak nitelikte.. Samimi anlatımıyla kendinizden geçip güzel bir dalgınlık yaşayabilirsiniz. Kitabın kısa bölümlere ayrılması uzun yazıları okumayı tercih etmeyen gençler düşünülerek hazırlanmış. Bu da ayrı bir incelik.. Hayattayken tanıyamadığım ve eserlerini geç keşfettiğim için kederlendiğim başlı başına irfan örneği.. Hele ki ''Gençlerde Ne Olmalı?, Tembelhâne Yanıyor, Kiminle Musahip Olmalı?, Havadan Sudan Şeylere Kızan Huysuz Adam, Can Gözü ile Bakalım'' yazılarına mest oldum, beni benden aldı.. Gönül ister ki herkes okusun, herkes nasiplensin, Halûk hocamızın incilerinden faydalansın.. ''Katre idim bir ummâna karıştım'' diyor Virânî. O sebepten, bizler ummanda bir katre yol alabilmek için nice uğraşırız.. Ama alıp alabileceğimiz yol nereye kadardır bilinmez.. Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri ''Katreyiz âlemde; lâkin dilde derya olmuşuz'' demekle ne kadar haklı.. Dünyada zerre olduğumuzu biliriz, ancak dünya avucumuzun içinde gibi yaşarız.. Yani ki, hocamızın yazılarında alçakgönüllülüğü sık sık görürsünüz, nasihatleri Türk kültür ve geleneğimizin birer parçası. Özellikle Türkçemizin günden güne soluyor olması, gençlerin sosyal medya terimleri (like, hashtag, #tbt, dm, story, page, check-in yapmak gibi daha birçok Türkçemizi katleden unsurlar) kısaltmalar (by, slm, mrb, nbr...iki harfi yazmak ne kadar zor olabilir.) ya da yabancı sözcüklerle karışık cümle kuruyor olmaları dilimiz açısından acınacak vaziyette. 
Bunu sadece gençler mi yapıyor, hayır artık birçok yetişkin de bu gibi sorunlara ilgisiz, kayıtsız vaziyette.. Dilimizi kaybediyoruz, farkında değiller.. Karamanoğlu Mehmet Bey gibi olup haykırmak isterdim yetkim olsa.. ''Bugünden girü hiç kimesne kapuda ve divânda ve meclis ve seyrânda Türkî dilinden gayri dil söylemeye'' diye.. TDK tek başına ne yapabilir ki, yöneticiler bile Türkçeye özen göstermiyorken.. Tıpkı bugün eski sözcükleri birçok kimsenin yadırgadığı gibi, belki de çok yakın bir zamanda bugün kullandığımız sözcükler tarihe karışacak.. Mazallah diyelim.. ama durum vahim. 

Halûk hocamız eskilerin göz sözcüğünü ayn, çeşm ve dîde sözcükleri olarak kullandığından bahsetmiş. Türkçeyi güzel kullanması da dikkatimi çekti.. Onun kullandığı, benim çok sevdiğim eski sözcükleri şimdilerde neredeyse çoğu kişi anlamını bilmiyor, yadırgıyor.. Bu sözcüklerden biri; musâhip. Herkesin bir musâhibinin olması gerektiğinden bahsetmiş. ''Musâhibin ana anlamı, sohbet eden, edebilen söz söyleme üstadı, bilgisi olan ve bunu güzel aktarabilen kişi demektir. Eski tabirle "mîr-i kelâm", yani sözün emiri. Musâhiplik aynı zamanda bir meslektir. Birçok konuda bilgi ve fikir sahibi olan ve bunu güzel aktarabilen adam demektir. Geleneksel saray teşkilatlarımızda, bürokrasimizde yeri vardı ve bu yer çok önemliydi. Yani, yöneticilerin başarısında ve başının üstünde yeri vardı. Topkapı Sarayı'nda...özel daireleri vardı. Bugünkü anlamıyla bir nev'i cumhurbaşkanı danışmanları idi onlar. Tabii o zaman "başdanışman" tabiri kullanılmıyor; "musâhib-i evvel" yani "birinci" deniliyordu; sonrakiler ikinci, üçüncü musâhip diye gidiyordu. Osmanlı devlet teşkilatında musâhipler aynı zamanda ilim sahibi ve sanatçı kişilerdi. Sadece padişahlara lazım değil musâhip; herkese, hepimize lazım.'' Alevî-Bektaşî kültürümüzde  musâhiplik; ahiret kardeşi, ahretlik, can kardeşi şeklinde kullanılıyor. Umarım musâhipsiz kalmayız, biz de nasipleniriz.. Eskiden bir zamanların yaygın sözcükleri artık kullanılmadığı için unutulmaya yüz tutuyor ne yazık ki.. Eski sözcükler birçok anlam barındırıyor. Antika bir insan olarak eski sözcüklere zaafım var.  Gönül ister ki unutulmasın şu bin derin anlam taşıyan cevherler.. 
Göz ile ilgili gazellerden bahsetmiş kitabında, okurken içim yumuşadı, serde şiirperverlik var ya hemen ezberledim birkaç tanesini durur muyum :) Şu dizelerdeki sözlerin anlam derinliğine, fevkalâdeliğine bakar mısınız:

 ''Çeşm-i ibretle nazar kıl dünya bir misafirhânedir.
Bir mukîm âdem bulunmaz ne acaip kâşânedir.''

Ayrıca yazılarına başlarken ''gözümüzün bebeği, geleceğimiz'' diye hitap ederek başlaması gençleri ne kadar önemsediğini gösteriyor. Üslûbundaki nahîflik, birçok kimsenin dikkatini çekmeyen incelikleri fark etmesi, sadece tarih alanında değil, birçok konuda söz söyleyebilecek yetiye ve donanıma sahip olması dikkatimi çeken özelikleri arasında.. 
Gençlerin, etrafına can gözüyle bakmasını tavsiye ediyor. Rahmetli Halûk Dursun hocamızın gençlere şu nasihatini de çok destekliyorum; ''ne olur biraz meraklı insan olun. Duyarsız, ilgisiz, heyecansız, umursamaz insan olmayın. Öğrenmenin başı merak etmektir. Üzerinize vazife olmayan şeyleri de merak edin. Sıradan ve sürüden olmayın. Herhangi bir el sanatına ilginiz olsun, şiir yazamasanız bile ezberleyin, koleksiyoner bir ruha sahip olun.'' Yani, farklı olun diyor. 

Halûk Hoca gelenekten taviz vermeyen, ilerlemeye açık olan, kültür birikimi, hitâbeti, doğaya olan ilgisi ve daha birçok özelliğiyle nev'i şahsına münhâsır bir kişilik. Allah bu gibi insanların sayısını arttırsın..

Velhâsıl kitap, Halûk Dursun Hocamızın ömr-ü hayatında edindiği tecrübeler, yaşadığı tuhaf durumlar, ilginç anekdotlar ve birbirinden değerli nasihâtlerle gençler hedef alınarak yazılmış. Sayfalar arasında yer alan fotoğraflarla kitap zenginleştirilmiş. Halûk Hoca'nın projeleri, yürüttüğü çalışmaları anlat anlat bitmez. Ömrünü gençlere adamış kıymetli hocamızdan herkesin istifade etmesini isterim. Günlük yaşamda yanlış yaptığımız o kadar çok şey varmış ki meğer, bundan sonra düzeltmeye dikkat edeceğim. Halûk Hoca ile sohbet etmiş gibi oldum. Ruhu şâd olsun. Bana göre sadece gençler değil, herkesin okuması ve yaşamına tatbik etmesi gereken bir kitap olmuş.. Kitap için Oğuzhan Saygılı hocama ve Kitap Şuuru ailesine teşekkür ediyorum. Bir kere daha hocamızı saygıyla ve rahmetle anıyorum. Mekânı cennet olsun.. Kitapla ve sevgiyle kalın. 


Kitabın Künyesi:

Adı: Gençlerle Hayat Bilgisi: Haluk'un Defteri
Yazarı: A. Haluk Dursun
Türü: Edebiyat, deneme, inceleme
Sayfa: 160
Yayınevi: Yeditepe Yayınevi

Kitaptan Alıntılar:

* ''Ankara'da neredeyse bütün genç bürokratlar asla kalem taşımıyorlar. Hepsi maşallah telefonlara, tabletlere yazıyorlar.. Eskiden bürokrat sınıfına kalemiyye denirdi. Devlet dairelerine de ''kalem'' adı verilirdi. Bürokrat, önce ''ehl-i kalem olacak, eli kalem tutacak diye tarif edilirdi.'' (Kalemsiz 'kalemiyye sınıfı')

* ''Bana göre Türkiye'nin en önemli meselesi, insan yetiştirmek, yani millî eğitimdir.
Bunu başarmanın en önemli ve tek yolu ise çok basit: değerli, fedakâr, okuyan ve kendini geliştiren, yani idealist öğretmenler yetiştirmek; 
öğretmenlerin sayısını değil, saygınlığını artırmak. ''

* ''Aman ne olacaksanız olun, sakın "sıradan ve sürüden" olmayın!''

* ''Ne olur meraklı insan olun; duyarsız, ilgisiz, heyecansız insan olmayın. Merak etmeye kendinizi alıştırın. Öğrenmenin başı merak etmektir. Üzerinize vazife olmayan şeyleri de merak edin. Bir merakınız olsun. Güzel sanatlarla ilgili bir merakınız olsun. Şiir yazamasanız bile ezberleyin. Koleksiyoner bir ruha sahip olun. Ayrıca gezmeye, görmeye, öğrenmeye meraklı olun.''

* ''Öğrenmeye doymayın. İşi, konuyu sadece ehlinden dinleyin, uzman görüşüne önem verin. Kesin karar vermeden önce şüphe edin.''


''Kitap Şuuru, İnsanlık Şuurudur.''
@müverriheninkaleminden

Tanrı'nın Ordusu

Türk Silahlı Kuvvetleri
 
Biz Türkler; ordusu olan bir millet değil, milleti olan bir orduyuz.
Mustafa Kemal Atatürk

''Ölümü içinde öldürmüş bir orduyu Allah'tan gayrısı korkutamaz.'' 

Mete Han biliyorsunuz, tarihimizde ''onluk sistem'' adıyla ilk düzenli orduyu , orduda hiyerarşik düzeni kuran kişidir. Mete Han'ın tahta çıkış tarihi olan MÖ. 209 yılı, Türk Ordusu'nun kuruluş tarihidir. Mete Han'dan günümüze sayısız kahramanlar yetiştirmiş, şanlı zaferlere imza atmış. Türk #KaraKuvvetleri'mizin kuruluşunun 2230. yıl dönümü kutlu olsun. #MSB #TSK #TKK


Hristiyan bir komutan, Fatih Sultan Mehmed Han'a sorar:
''Siz nasıl her savaştan galip çıkıyorsunuz? Biz ne yaptıysak, ne denediysek sizi yenmeyi başaramadık.'' diye. Fatih Sultan Mehmed Han cevap vermiş:
''Niye mi yenilmiyoruz? Çünkü bizim göklerde de ordumuz var.''

Tanrı'nın Ordusu

Şahit olsun yakın Irak
Kanımla sulanan toprak
Bu göğe yükselen bayrak
Bu Tanrı'nın Ordusu.

Bu dört yana savrulan Türk
Bu acıyla doğrulan Türk
Bu adıyla çağrılan Türk
Bu Tanrı'nın Ordusu.

Ya Bismilllah, Ya Bismillah
Öpülecek nice masum eli var
Bükülecek nice zalim eli
Ya Bismillah, Ya Bismillah
Dualarla tamamlanmış uykusu
Korkusu var, geç kalmanın korkusu
Vakit tamam bu Tanrı'nın Ordusu
El muzaffer daimâ.

Burda henüz doğmayan Türk
Can verip baş eğmeyen Türk
Bu aleme sığmayan Türk
Bu Tanrı'nın Ordusu.

Ali Kınık

Bazı anlar hiç bitmesin, çayımız soğumasın, Ali Kınık hiç susmasın. Al başa usta, sar başa ☪ Allah güvenlik güçlerimizi korusun, ordumuzu muzaffer eylesin inşallah. 
#28Haziran

Kitap: Godot’yu Beklerken


Samuel Beckett; absürt tiyatronun kurucusu.. Bu eser de iki perdelik absürt bir tiyatrodur. Kitapta iki ana karakter başta olmak üzere beş karakter (Pozzo, Lucky ve Godot'nun gelmeyeceğini haber veren çocuk) var. Bu iki ana karakter Vladimir ve Estragon bir yerde Godot'yu beklemekte. Godot'nun gelip onları kurtaracağına inanırlar. Bu bekleyiş hiç bitmez. Böyle beklerken Vladimir, yaşamındaki anlam arayışını sorgular, Estragon ise bedensel ihtiyaçlarını düşünür (açlık, uyku, potinlerinin ayağını acıtmasından yakınır.) Vladimir; Estragon'a karşı koruyucu, şefkatli, dirâyetli bir roldeyken, Estragon; unutkan, intihara meyilli, zayıf bir kişiliktir. Bu karakterler arasında zıtlık ve çatışma görülür. İkisi de belirsizliğe bağlı varoluş sancısı çekmektedir. Onların tek amacı, bekleme eylemidir. Beklerken canları sıkılır, korkularından bahsederler, sahneyi arşınlarlar, şapka değiş-tokuşu oynarlar, tuhaf kelime oyunlarıyla tekrara düşerler. Ancak bu hareketlerinde bir mizah vardır. Sessizlik çoktur. Gerçek bir anlama sahip değildir, okuyucunun ya da seyircinin tahminlerine bırakılmıştır. Kesin olarak bilinense, karakterlerin melon şapka giymeleridir. Oyun, Soğuk Savaşın, Fransız direnişi ve İngiltere'nin İrlanda'yı işgalini simgeleyen bir temsili olarak yorumlanır.

Bekledikleri Godot, "kurtarıcı" olarak olarak görülür, bu yüzden hakkında bir şey bilmiyoruz. Belirgin bir anlamı olmayan Godot, yorumlara açıktır. Çünkü her insanın kendine göre farklı bir kurtarıcısı vardır. Bu Tanrı da olabilir, umut bağlayıcı bir şey de. Burada Godot kesinlikle Tanrı değildir. Samuel Beckett "Eğer Tanrı'yı kastetmiş olsaydım, Godot yerine Tanrı derdim" şeklinde açıklama yapmış.
    
     "Burada "beklemek" deyince güncel anlamı değil de; başını beklemek, nöbet tutmak, korumak anlamıyla düşünelim daha çok. Yani beklemenin dışardan gelecek olanla değil de, içeride bulunanla ilgisi var. Eskiler derler ya hani, aradığın ne varsa içeride, başına ne gelirse kendinden, diye. Böylece beklemek, içerinin nöbetini tutmak olduğuna göre, mantıken beklenen de ancak kişinin kendisi olur. Dünyadaki amacını, yaşamın anlamını arayanlar için.. Kendimize nöbetçi tayin edilmişiz, bundan kutsî, bundan mânidâr görev var mı? Ki bu nöbeti lâyıkıyla tutabilelim."

Neticede kitabın tam bir sonu yok; çünkü Godot gelmiyor. Genellikle ikili diyaloglardan oluşan kitap, anlatımı açısından akıcı. Okul yıllarımda sınav konusu olan bu kitabı beğenmiştim, tekrar okudum. Kitabın tekrarlarla dolu olmasına ve karakterlerin sessizliklerine aldırmayın, zira çok derin anlamlar içeriyor. Tavsiye ederim. Umarım biz beklediğimiz Godot'a kavuşuruz. Kitapla ve sevgiyle kalın..

Kitabı tiyatroya taşımışlar. Okuyanlar, akılda kalıcılık açısından izleyebilir:


Kitabın Künyesi:

Adı: Godot'yu Beklerken
Yazarı: Samuel Beckett
Türü: Edebiyat, tiyatro
Sayfa: 226
Yayınevi: Altın Kitaplar

 ...
''Vladimir: Söz verdiğimiz yere, söz verdiğimiz saatte geldik; nokta, hepsi bu. Birer ermiş değiliz ama sözümüzde durmasını biliyoruz. Kaç kişi söyleyebilir bunu? Sorarım kaç kişi?'' (Bekletenler düşünsün ama düşünseler bekletmezlerdi..)

''Estragon: Hiç değilse o arada birbirimizi kırmadan konuşmayı deneyelim --madem susmak elimizden gelmiyor.''

''Vladimir: İnsan hayatta küçük şeyleri ihmal etmemeli.''

''Estragon: Hadi gidelim.
Vladimir: Gidemeyiz.
Estragon: Niçin?
Vladimir: Godot'yu bekliyoruz.'' (Gelmeyeni beklemek..)

''Bir şey yapmadan önce düşünmeniz gerekir.''

Filme Dair: Last Knights (Son Şövalyeler)


Türü: Aksiyon, tarih, intikam, savaş 
Yapımı: 2015 - İngiltere, Çek Cumhuriyeti ve Güney Kore

Uyarı: Yazı, filme dair mecburi spoiler/sürprizbozan içerebilir!!!

Kurt kışı geçirir ama yediği ayazı unutmaz!

Uzun süren savaşlardan sonra İmparatorluk, hakim olduğu topraklarda bir düzen kurar ve kanunlar koyar. İmparatorluğa bağlı Lord Bartok'un (Morgan Freeman) bölgesinde ise onurlu ve sadık savaşçılar hâlâ isyancı çapulculara karşı savaşmaktadır. Bunların başında da Lord'una son derece bağlı, geçmişi karanlık bir şövalye olan Komutan Raiden vardır. Raiden'e bir baba yakınlığı içinde olan, hattâ onu kendine veliaht ilan eden Lord Bartok'a İmparator'un adamı olan ve geniş yetkilerini haraç ve rüşvet için kullanan Bakan'dan elçi aracılığıyla haber gelir. Açgözlü bakan sırası gelen Lord'u saraya rüşvet almak için davet eder. hesaba katmadığı şey ise, Lord Bartok'un rüşvet vermeyi asla onuruna yedirmediğidir. Lord ve ekibi saraya doğru yola koyulurlar. Onların da hesaba katmadığı şey sarayda yaşanacaklardan sonra, dönüş yolu onlar için bir felaket olacaktır. 
...
Başarılı bir film olmuş, hele ki, filmde usta oyuncu Morgan Freeman varsa o film başarılıdır. Filmin yönetmeni Uzak Doğu kökenliymiş, ki filmi izleyenler bazı oyuncuların da Uzak Doğulu olduğunu fark etmişlerdir. Hintli, Çinli, Arap, Zenci, Norveçli olarak çeşitlilik arz etmiş. Kapalı sette çekilmiş gibi, karanlık bir atmosfer ve doğallık açısından iyiydi. Olayların nerede ne zaman geçtiği belirsiz olsa da Orta Çağ kokan bir film olduğu belli..

7. Ordu sağlam karakterli askerlerden oluşuyor. Bakan, Lord'una bağlı komutanın efendisini öldürmesini istiyor. Zaten yaşlı, hasta adam; bırakın da eceliyle ölsün değil mi.. Ama maalesef komutan Lord'unu öldürmek zorunda kalıyor. Sonra saraydan çıkıyor çıkmasına ama içinden intikam yeminleri ediyor, bakışlarından belli. Bir ara dedim, komutan sefahat alemine düştü, paranoyak oldu filan. Meğerse intikam planları yapıyormuş, fırtına öncesi sessizlik yani..
Bu bakımdan ''Kurt kışı geçirir ama yediği ayazı unutmaz.'' atasözü bu filme cuk oturmuş. Adamlarıyla saraya baskın yapıyorlar. Saraya giriş sahnesinde kapılar yeterince korunmamış mantıksal olarak. İnsan onuru için yaşamalı, onuru için ölümü göze almalı ve onuru için ölmelidir, filmin teması olmuş. Bağlılık, sadakat, vefa, kahramanlık konuları filme iyice yedirilmiş. Filmin sonunda 'geçmişe dönüş' yapıldığını yönetmen daha akılda kalıcı gösterebilirdi. İmparator, sonunda bu onurlu adamı affedip halktan gizli yaşamasına izin veriyor.

Filmi bir öğretmen arkadaşım tavsiye etmiş, izlerken aklına Bozkurtlar romanı gelsin demişti. İzleyince nasıl kaçırmışım bunu, dedim. Hakikaten filmi izlerken aklınıza rahmetli Atsız'ın Bozkurtlar romanını getirin. Bildiğiniz Kür Şad İhtilali bu yahu. Gizli gizli romanı okuyup senaryoya mı çektiler acaba..? Senaristler bizim tarihimizi şöyle bir karıştırsalar filmlere konu olacak o kadar kahraman ve olay var ki.. Nasıl senaryo sıkıntısı çekiyorlar anlamıyorum. Tarihimiz ve kültürümüz çok zengin, köklü de. Yabancılar bu konuda bizden iyi fark ettiyseniz. Kahramanı olmasa bile kurguluyorlar. Bizde hâlâ aynı tema filmleri yapadursunlar. Bizdeki tarih yabancılarda olsa ne filmler yaparlar değil mi yani.. Senaristlere duyurulur..
...

・Onuruna aldığın yaraya kendin yol açmışsındır.
・Her insan şerefiyle birlikte doğar. Bu sizden ne alınabilir, ne de verilebilir. Asıl mesele onu kaybetmemektir.

Kitap: İyiler Ölmez


Hâlâ Merhametini Yitirmemiş İyi Yürekli İnsanlara..

Mustafa Kutlu hikâyeleri, insanın içindeki iyilik arzusunun bir şekilde herhangi bir olayda ortaya çıktığını ve bunun da diğer insanlar tarafından unutulmadığını yansıtır. Biçimsel anlamda iyiler ölmez. Kutlu'nun bu eseri ve diğer eserlerini hikâyeyi sadece yazarak değil de, sanki okurla çay eşliğinde muhabbet edercesine bir samimiyetle ele aldığına âşina olanlar görecektir. O, açık bir sadelikle ele aldığı hikâyelerinde olayların 'nasıl' anlatıldığından ziyade, 'ne' anlattığına odaklıdır. Abartılardan, yapmacıklıktan, uzun uzun betimlemelerden, sanatlardan kaçınarak ''hikmet''in peşinde koşar. Yaşanan bireysel ve toplumsal çarpıklıklardan hikmetler devşirmeyi kendine vazife bilen âdeta gezgin, hikâyeci bir derviş gibidir. Yoksulluk, iyilik, merhamet kavramlarını bize anlatır. Bizleri insan ruhunun sırlarına götürür. Bizi biz yapan geleneksel çizgiden taviz vermeyen yazar kır ile kentin, geleneksel ile modern hayatın kıyaslamasını eserlerine yansıtır. Ayrıca kitapta yazarın hayatından izleri de görmek mümkün.

Bu kitapta bir Anadolu kentinin kıraathanesinde yolları kesişen dört kader ortağının hikâyesi anlatılıyor. Ressam Sıtkı, Fotoğrafçı Sarhoş Mustafa, Marangoz Civan ve Doktor Atalay karakterlerinin hayat hikâyeleri anlatılır. Bunların üçü sevda vurgunu, biri felek vurgunudur. Hayat denen bu yokuşta kâh kimsesiz, kâh feleğin sillesini yemiş, bir daha belini doğrultamamış, yetenekleri harcanmış bu kişiler Hayat Mektebi'nin dört üyesidirler. Her birinin yürek burkan hikâyesiyle Anadolu'nun ne harcanmış yetenekleri olduğu, belki ellerinden tutulsa, destek olunsa, yol gösterilse güzel yerlere gelebilecek kişiler, yazar tarafından güzel örneklerle işlenmiş. Onlar tam anlamıyla hayata tutunamamış kişiler ama birbirlerinin derdini kendilerine dert edinmiş dört yakın arkadaş olmuşlardır. Zengin olmasalar da kendileri gibi yoksul ve garip kimselere el uzatan, taşın altına elini koyarak mücadele veren o nadir kişilerden.. Mustafa Kutlu'nun eserlerini okurken bir yandan hepimizin az çok bildiği Anadolu'nun acı gerçeklerini okur; bir yandan da hikâyelerdeki karakterlerin gerçekte var olamayacak kadar iyi olduklarını düşünürüm. Çünkü artık yanımızda yöremizde iyiliğe dair kırıntı denilebilecek o kadar az şey görüp duyuyoruz ki.. Hele haberleri izlediğimizde insanlığın günden güne daha çok öldüğü gerçeği hayat karşısındaki sevincimizi, enerjimizi çekip alıyor. 

Hikâyedeki güzelliklerden biraz bahsedecek olursam; örneğin eski kabadayılardan Hacı Kadir'in kıraathanesi ve ona bitişik oteli ne güzel yerdir öyle.. Anadolu'nun başka başka şehirlerinden, kendi hayat hikâyeleriyle bir mekânda buluşup zamanı unutan dostluklara şahit olan bu mekân, el birliğiyle yapılan, devletin de örnek alacağı hayır işlerine şahitlik eder. Şimdi bakıyorum da kıraathaneler aylak insanların sabahtan akşama kadar zaman öldürdükleri mekân durumunda. 'Kıraathâne' okuma yeri anlamına gelse de, ülkemizde maalesef bu anlamdan çok uzak.. Dilerim bir gün anlamındaki hüviyete kavuşur..
Kutlu'nun ilk okuduğum 'Nur' eserinin sonu gibi bu kitabın da sonunda çok duygulandım. Eh acıdan nasibini çokça alan bir millet olarak mutlu sonları ya filmlerde, ya da masallarda görürüz. Hep duyarız; 'Dünya hâlâ iyi insanların yüzü suyu hürmetine dönüyor' diye.. O bakımdan sevgili okur, kitabın da son cümlelerindeki gibi:

''Bizde iyiler ölmez.
Evliyâ olup aramızda yaşarlar..''

Kendine has hikâyeciliğiyle nâm salan Mustafa Kutlu'nun tüm eserlerini okurlara seve seve tavsiye ederim. Hem iyiler kaybetmez, kaybedilir. Umarım hayatımızın her anında iyi yürekli, merhametli insanlara rastlarız.. Yarınlarımıza iyi bir dünya bırakmak dileğiyle.. Kitapla ve sevgiyle kalın..

Kitabın Künyesi:

Adı: İyiler Ölmez
Yazarı: Mustafa Kutlu
Türü: Hikâye
Sayfa: 152
Yayınevi: Dergâh Yayınları

Kitap: Hanaklı Mazlûmî: Hayatı, Sanatı, Eserleri

                                      

Türk Edebiyatında Adı Bilinmeyen Kıymetli Bir Hazine: Hanaklı Ahmet Mazlûmî

Bu hazineyi keşfettiğim vakit çok mutlu olmuştum. Kitabı Nadir Kitap'tan sipariş ettim, elime geçmesiyle ayrı bir heyecan duydum. Ahıska Türkleri'nin yılmaz bekçisi, merhum Yunus Zeyrek Hocamız, Mazlûmî'yi edebiyatımıza kazandıran rahmetli Fahrettin Kırzıoğlu'nun söz konusu defterlerinden yararlanarak şahsın eserlerini bir kitapta toplamış. Ne yazık ki, Yunus Hocanın kitaplarının basımı artık yapılmıyor. :(

Türkiye'de en çok halk şairi yetiştiren bölgelerin Erzurum, Kars, Artvin ve Ardahan çevresi olduğu bilinmektedir. Örneğin; Çıldırlı Âşık Şenlik, Posoflu Zülâlî, Narmanlı Sümmanî gibi 19. yüzyıl şairlerini sayabiliriz. Hanaklı Mazlûmî de bunlardan biri. Ancak hakkındaki bilgilere, şiirlerine kolay kolay ulaşılacak değildir. Rahmetli Fahrettin Kırzıoğlu hocamız Posof'taki resmî görevi sırasında, bölge âşıklarının şiirlerini ve hikâyelerini derlemiş, köylerdeki okuryazar kişilerden bildiklerini yazdırmıştır. Âşık Mazlûmî'nin kayda geçen şiirleri elbette bu kadar değildir. Onun kendi defterinin cahil kişilerce ortadan kaldırıldığı, hattâ sigara kağıdı olarak kullanıldığı söylenmektedir. Burada yer alan şiirlerin nereden derlendiği hakkındaki bilgiler dipnotlarla gösterilmiştir. 

Âşık Mazlûmî, bugünkü Ardahan iline bağlı Hanak ilçesindendir. Onun zamanında bir köy olan Orta Hanak günümüzde bir ilçedir. Âşık Mazlûmî orada doğmuş ve ölmüştür. Asıl adı Ahmet, mahlâsı Mazlûmî'dir. Malûmunuz ''Mazlum'' sözcüğü Arapça kökenli olup zulüm ve haksızlığa uğramış anlamındadır. Onun bu mahlâsı nasıl aldığı bilinmemektedir. Hayatı hakkında bilgiler çok azdır. İlk öğrenimini Orta Hanak'ta yaptıktan sonra Ahıska şehrine giderek orada medrese tahsili görmüş olup daha sonra geri dönmüş, Orta Hanak'ta imamlık ve hocalık yapmıştır. Hanak Osmanlı elinde iken doğmuş, gençliğinde Rusların esâret ve zulüm yıllarını yaşamış, tekrar hürriyete kavuştuğu günleri görmüştür. Okumuş biri olarak içinde bulunduğu halka önderlik etmiştir. Balkan Faciâsı'nı İsmail Gaspıralı Bey'in Tercüman gazetesinden öğrenip, kendi esâretini unutarak Osmanlı'nın çöküşüne üzülmüş ve destanlar yazmıştır. I. Dünya Savaşı'nda Ardahan'da yapılan zulüm ve soykırım ile Gürcü İşgali'ni görmüş, yaşamıştır. O; saz şairi değil, kalem şairidir. Vatansever, içli bir milliyetçidir. Bu özellikleri onu tanıyanlar tarafından anlatıldığı gibi, şiirlerinden de anlaşılır. Mazlûmî'nin lirik, etkili, güçlü bir şair olduğu, çağdaşı olan şairlerin onun şiirlerine nazîreler yazmasından anlaşılmaktadır. O; okuyan, yazan, düşünen, imânı kuvvetli hoca bir şairdir. Yaşadığı devrin sosyal ve siyasî olayları ve bu olaylar karşısında aldığı tavır şiirlerine yansımıştır. Şiirlerinde vatan, millet, din, aşk, hayat, ölüm, ilim, kulluk gibi temalar çokça yer almaktadır. Açık bir dil kullanmıştır. O, şiirlerinde câhil, cimri ve nâmertleri yerer; yiğit, mert ve cömertleri över. Yazdığı destanlar âdeta zamanının aynası niteliğindedir. Önemi ve kıymeti yüksek bu destanların birkaçından bahsedecek olursak:

- Nikola Destanı'nda; Rus Çarı II. Nikola'nın yönetimindeki Rus mezâlimi, Rus esâreti altındaki halkın duygu ve düşünceleri, Çarlık idaresinin halka karşı uyguladığı baskı, şiddet, katliam ve sürgünü, bunların sonucunda azalan nüfusu dile getirir.

- Dolu Destanı'nda; Hanak ve çevre köylere yağan dolunun şiddet ve tahribâtını ifade etmiştir.

- Birinci Dünya Savaşı Destanı'nda; yaşanan felaketleri, esâret ve yoksulluğun ıstıraplarını, savaşın getirdiği belâ ve musibetleri tasvir etmiştir.

- Balkan Savaşı Destanı'nda; Osmanlı Devleti'nin kendi çoban ve uşağı olan milletlere nasıl yenildiğini, bugün bile unutulan o içler acısı savaşın Osmanlı'yı nasıl düşüşe sürüklediğini hazin bir şekilde anlatmıştır. Âşık Mazlûmi'ye göre -bugün bile söylesek yanlış olmaz- bütün bu acıların sebebi; Müslümanların gaflet ve gayretsizliği, rüşvet, adaletsizlik, ilme ve âlimlere karşı kayıtsızlık, insanların kahve hayatına düşmesi, gençlerin yoldan çıkması, ana babaya itaatsizlik, cömertliğin ve yardımlaşmanın kalkması gibi sebeplerdir.

-Trablusgarp Savaşı Destanı'nda; Türkiye-İtalya arasındaki savaş ve bu savaşın bölgelere etkileri, Rus Çarı Nikola'nın tahtından inmesinden duyulan sevinç anlatılmıştır.  

- Yaş Destanı'nda; doğumdan ölüme, ahiret günü, hesap vakti, cennet-cehennem, komşu hakkı, peygamber şefaati dile getirilmiştir. 

- Ardahan Kırgını Destanı'nda ise; Rus vahşeti, savunmasız halka yapılan katliam anlatılmıştır. 

Tarihî açıdan baktığımızda; Osmanlı'nın çöküşüne, Balkan Savaşlarına, I. Dünya Savaşı ve ardından Rusların esaret ve zulüm yıllarına bizzat tanık olup hürriyete kavuştuğu yıllarda eserlerini kaleme alan Mazlûmî'nin destanları zamanın aynası niteliğinde. Yaşadığı devrin sosyal ve siyasî olayları ve bu olaylar karşısında aldığı tavrın şiirlerine yansıdığını görüuoruz. 

Âşık Mazlûmî'nin aruzla söylediği şiirleri de vardır. Onun bu şiirleriyle Fuzulî'nin söyleyişine ulaştığı görülür. Âşık Mazlûmî Türk edebiyatında maalesef lâyık olduğu yeri alamamıştır. Hiçbir ansiklopedi ve antolojiye girememiştir. Şairimizin şiirleriyle tanıştığım için kendimi mutlu ve şanslı görüyorum; çünkü onun bu şiirlerini her yerde bulamayız. Usta bir şairin kaleminden dökülen bu şiirlerin gün yüzüne çıkmasında yukarıda belirttiğim gibi, Fahrettin Kırzıoğlu hocamıza borçluyuz.. Halk edebiyatına ve türkülere âşık biri olarak çok kıymetli bir hazine buldum. Sizlere de tavsiye ediyorum.. Kitapla ve sevgiyle kalın..


Kitabın Künyesi:

Adı: Hanaklı Mazlumî: Hayatı, Sanatı, Eserleri
Yazarı: Yunus Zeyrek
Türü: Deyişme-Şiir
Sayfa: 184
Yayınevi: Yazarın Kendi Yayını

...

- Söz nasihat dinlemiyen zihnine noksan gider
Hoş kelâm cevher, söz altun zümrüd ü mercan gider (Nasihate karnımız tok diyenler varmış ;)

- Sümmânî:
Bir kimsede olmazsa aşkın eseri
Cânân illerinden olmaz haberi
Ser verir semaya selvi şeceri
Yaprak açar lâkin bâr kabul etmez

Mazlûmî:
Bir kulda olmasa ilham-ı Bâri
Kalpte şefkat olmaz yüzünde nûru
Daim gezer şeriâtten dışarı
Hâyâ namus edep âr kabul etmez 

- Oku hey kardaşım sıdkınan oku
Okuyup da bulur bir kişi Hakk'ı (Hak, hakikât, doğruluk okuyarak bilinir.)

- Vasfını söyleyim bilmeyen bile
Bu cümle âlemi yıktın Nikola
Bu yazık milleti ettin kul köle
Ne zaman ki tahta çıktın Nikola
...
Kazan şehir Kırım hemi Dağıstan
Teke, Türkman, Hive, Turan, Türkistan
Güzel Adılbeycan, Çerkez, Gürcistan
Zulmünle cânını sıktın Nikola
...
Yanık Mazlûm söyler vasf-i hâlini
Senin zulmün kırdı anın belini
Bir Allah'a verdi arzuhâlini:
"Dağılsın o tâcın tahtın Nikola." (Ayıdan post, Moskof'tan dost olmaz.)

- Diyaneti olan eder elinen
Eli erişmeyen varır malınan
Müslümanlık hiç olur mu dilinen
İncinmeyin nihayeti kalmadı
...
Şeriâti tutmaz zagondan çıkar
Mümin müminâtın imânın yıkar
Ne nizâm ne kanun rüşvete bakar
Hükümetin adaleti kalmadı (Her dizesi mânidâr)

- Tut sözümü al nasihat söz tutan âbâd olur
Kim kime kemlik ederse kendi nâmurad olur
Hileyinen çalışanlar, mihnetinen cân verir
Zulm ile âbâd olanlar adl ile berbâd olur. 

- Yâr sevdası serimdedir yakar cismim kalpten çıkmaz
Zulümkâr merhamet edip dönüp bir hâlime bakmaz.

Kitap: İstiklâl Madalyalı Çocuk

                    

                                           Anadolu’nun İstiklâl Mücadelesi

Türklerin Jan Dark'ı (Jeanne d'Arc) Nezahat Onbaşı (Nezahet Baysel)

    Öncelikle kısaca Nezahât Onbaşı'yı tanıtmak isterim. İstiklâl Harbi'nde şanlı milletimizin bu ülkeyi ne şartlar altında ayağa kaldırdığını hepimiz tarih kitaplarından biliriz. İşte bu savaşta vazifeli 70. Alay'ın komutanı Hâfız Halit Bey'in kızıdır Onbaşı Nezahât Hanım. Annesi, o daha 8 yaşında iken verem hastalığına yenik düşmüş. Hâfız Halit Bey, küçük kızını kimseye emanet edemez, yanına alır ve küçük Nezahât babasıyla birlikte Çanakkale, İzmit, Kütahya, Eskişehir, Sakarya, Konya, Bursa derken cepheden cepheye dolaşır. Kışla onun evi olmuştur, askerler de arkadaşları. Herkesin sevgisini kazanır. Alayın tâlimlerine katılır, silâh kullanmayı, ata binmeyi öğrenir. 12 yaşına geldiğinde Anadolu'da Millî Mücadele başlamıştır ve o ilk asker elbisesini giyer. İlk kurşununu Sakarya'da İngilizlere karşı sıkar; o artık 70. Alay'ın simgesi olmuş, Mustafa Kemal ve İsmet İnönü'nün dikkatini çekmiştir. Yunanlılara karşı savunulan Gediz hattında çetin bir çatışma sırasında cepheden kaçan askerlerin önünü kesip karşılarına dikilerek 'vatan sevgisi ve şehâdet'i haykırınca hepsi geri döner. Gediz Muharebesi, tarihe kaybedilen savaş olarak geçse de, o cephede başarılı olan sadece 70. Alay olmuştur. Bursa'nın Yunanlılardan savunulmasında sergilediği kahramanlıklardan dolayı Türk tarihinde ilk kez bir kız çocuğuna 'Onbaşılık' unvanı verilir. 70. Alay'da askerler Nezahât Onbaşı'ya 'Türklerin Jan Dark'ı' demiştir. 

(Jeanne d'Arc; İngiltere ile Fransa arasındaki Yüzyıl Savaşları sırasında erkek gibi zırh giyerek kahramanlık gösteren Fransız bir kız)

    O dönem TBMM'de ilk istiklâl madalyasının bu kıza verilmesi teklif edilmişse de, o savaşın hengâmesi içinde işleme konulmamış. Aradan yıllar geçer. Tam 65 yıl sonra Nezahât Onbaşı'ya bir takdir beratı verilir. Nezahât Onbaşı, 1993'te İstiklâl madalyasını göremeden 84 yaşında vefat eder. İlk İstiklâl madalyasını almasına rağmen kendisi hayatta görememiş ve İstiklâl madalyası ona en son verilmiştir. 
    
    Nezahât Onbaşı, 24 Eylül 1993'te GATA'da vefat etmiştir.

Büyük kızı İnci Üçok (Baysel);
''Askerler onun her şeyiydi. Ay yıldızlı bayrağı ve askerleri gördüğünde gözleri dolardı.'' diyor.
Küçük kızı Oya Baysel ise, annesinin vefatından sonra son dileğini yerine getiremediklerini söylüyor;


 ''Onun son dakikasına kadar hep yanında olduk.Tek isteği var yapamadığımız. Öldüğümde Türk bayrağına sarın demişti. Birtakım askerler geldi cenaze törenine. Ama tabutuna al bayrağı koyamadık. O günün telaşıyla birileri Bayrak Kanunu var, deyip engellemişti. Biz de unuttuk.''

    30 Ocak 1921 tarihli oturumda, ilk İstiklâl madalyasının Nezahât Onbaşı'ya verilmesi kararlaştırılmış, ancak savaşın o hengâmeli günlerinde işleme konulmamış, savaş bittikten sonra ise maalesef unutulmuş. 31 Ekim 2013'te ise TBMM Başkanı Cemil Çiçek tarafından madalya geç de olsa, torunu Şebnem Üçok'un kızları Didem ve Gizem Ünaldı'ya verildi ve böylece tarihin bir hatası düzeltilmiş oldu. Keşke Nezahât Onbaşı yaşarken gönlü alınsaydı, verilen sözler tutulsaydı.. Değerli insanların kıymeti neden ölünce anlaşılır; çok mu zordu bir madalyayı bir kahramana yaşarken verip gönlünü almak..

    Kitap, çok güzel bir anı-roman. Küçük Nezahât'in ve babasının anı defterlerini okuyoruz. 12 yaşında küçük bir kızın orduda geçen hayatını anlatıyor. Dili sade ve akıcı. Öyle güzel anlatılmış ki, bir solukta okunabilir nitelikte. Anadolu'nun gerçek insanı tasvir edilmiş. Küçük Nezahât'le birlikte derslere, tâlimlere katılıyor, oyun oynuyor, onunla mutlu oluyor ve hüzünlü anlar yaşıyoruz. Okudukça sanki olayları biz yaşıyormuşuz gibi bir his bırakıyor. Sanki o savaşın içindeyiz. Bir zaman yolculuğu yaşatıyor bize. Küçük Nezahât ile babasının kopmayan bağı; babasıyla, alaydaki yaver, doktor, çavuş, öğretmen dahil askerlerle olan iletişimi çok güzel. Kitap öyle doyurucu ki; küçük bir çocuktan birçok şey öğreniyoruz. Yıılar önce okuduğumda çok etkilenmiştim; yaşananların gerçek olması da zaten insanı içine çekiyor. Nezahât Onbaşı; Şerife Bacı, Fatma Seher Hanım, Tayyar Rahmiye ve daha nice kahraman Anadolu kadınından bir tanesiydi. Allah onlardan razı olsun, ruhları şâd, mekânları Cennet  olsun. Onları unutmayalım. 
Kitapla ve sevgiyle kalın..

Kitabın Künyesi:

Adı: İstiklâl Madalyalı Çocuk
Yazarı: Nâzım Dündar Sayılan
Sayfa: 334
Türü: Tarihî Roman
Yayınevi: Kafdağı Kitapları

...

''Sen insanları tanımazsın kızım. Kulağı vardır duymaz, gözü vardır görmez. Kalbi vardır hissetmez. Bu yaratık insan değildir. Böylelerine canlı deriz, insan diyemeyiz. Hissetmeyen, düşünmeyen, hele hele ürpermeyen yaratık insan olamaz. İnsan dediğin kalbiyle görecek ve duyacak.''

''Karacaoğlan der ki: her sözüm haktır
Yiğit olmayanın yalanı çoktur
Cehennem yerinde hiç ateş yoktur
Herkes ateşini kendi götürür.''

''Konfüçyus'a göre; dildeki anarşi, sokaktaki anarşiden daha tehlikelidir. Türkçe, yabancı dillerin egemenliğine girdi. Kural dışında kaldık. Suç işlemeye devam ediyoruz. İşin acı tarafı, hepimiz suçluyuz. Güzel ve doğru konuşmak ciddi bir iştir.'' (Dilimiz kimliğimizdir!)

''Türkçe varlığımızın sebebidir. Bir milleti yok etmek için onun dilinin, kültürünün yok edilmesi gerekmektedir.''

''Bir milletin daima hür yaşayabilmesi için dil, eğitim ve ekonomik kalkınmaya değer vermesi gerekmektedir.''

El Sanatları: Mandaldan Nihale


Atma biriktir, sen de geri dönüştür ;)

Merhaba.. Çocuklarla birlikte de yapabileceğiniz, eğlenceli ve basit bir aktiviteyle karşınızdayım. Evimizde atmaya kıyamadığımız, 'ben bundan bir şey yaparım' dediğimiz, atık eşyaları değerlendirebilirsiniz. Ahşap mandallarla yapılabilecek çok şey var; nihale, peçetelik, bardak altlığı, magnet, saksı, pano, askı, çerçeve, biblo vs.. İhtiyacınız olan malzemeler; mandal, tutkal, boya (ben akrilik kullandım), fırça, vernik. Hepsi bu kadar..

Nihale hepimizin mutfağında bulunur. Sıcak bir tencere ya da çaydanlığı üzerine koyduğumuz bu nesne mutfak için aynı zamanda bir dekordur. Ahşap, ısıya dayanıklı olduğu için nihale yapımında ahşap mandallar kullandık.. 

Kitap: Eylül

Edebiyatımızın ilk psikolojik romanı, Eylül. Ruhumun mevsimi.. 
Eyleme dökülmemiş yasak bir aşkın hikâyesidir. Tipik bir aşk üçgeni diyebiliriz. Günümüzde isim olarak Süreyya kadın, Suat erkek ismi olarak kullanılır; ancak romanda durum tam tersi; bu yüzden alışmak biraz zaman alıyor. Suat; uysal, sakın, olgun, iyimser, cana yakın; Suat'ın kocası Süreyya; her şeyden çabuk sıkılan, sürekli bir şeylerden şikayet eden, gezme meraklısı. Necip; olgun, beyefendi, kadınlara karşı güvensiz, eğlence adamı olarak tasvir edilmiş. Karakterlerin her biri hayatlarının ne kadar sıkıcı olduğunu öyle uzun uzadıya anlatmışlar ki, hattâ o sıkıntıyı okuyucuya da geçiriyorlar. Necip karakteri dürüst biri olarak aktarılsa da, ben öyle düşünmedim açıkçası. Önce akrabası olan Süreyya ve Suat'ın evliliklerine imrenip onları kıskanır, Suat'ın kişiliğine aşık olur ve ilerleyen zamanlarda onu kendisine aşık eder. Hiçbir şeyden haberi olmayan Süreyya'ya duygusal olarak ihanet eder. Evlerini sık sık ziyaret eder ve birlikte gezilere çıkarlar. Tek dertleri; gezmek, eğlenmek, başka bir sıkıntıları yok. Hayatları yalılarda, konaklarda geçmekle birlikte karakterlerin ne iş yaptığı, nasıl geçindiklerinden bahsedilmemiş. Elit bir zümre gibi sadece kendi melankolik hayatları aktarılmış.

Olay örgüsü bakımından bana Aşk-ı Memnû'yu hatırlattı ki, yazar da zaten Halit Ziya Uşaklıgil'in eserlerinden etkilenmiş. Karakterlerin tek bir hareketi, bir şeyden birçok anlam çıkarmaları, ruh halleri sayfalarca anlatılmış olduğundan kitap çok yavaş ilerliyor ama ilk psikolojik roman olmanın da hakkını veriyor. Bu kitapta beğendiğim şey, ruh betimlemeleri ve doğa tasvirleriydi. Romantik akıma kapılmak isteyenler ve psikoloji sevenler için okunası 
bir kitap. Kitapla ve sevgiyle kalın..

Kitabın Künyesi:

Kitabın Adı: Eylül
Yazarı: Mehmet Rauf
Türü: Edebiyat, roman
Sayfa: 288
Yayınevi: Akvaryum Yayınevi

...

- Kalabalıklar içinde yalnız yaşamak, kalabalık içinde geçip beraber bir köşeye kaçmak, işte asıl zevk budur. İnsan kalpleri, birbirine bağlılığın ne demek olduğunu o zaman anlar.
- Şehrin hırıltısı içinde yaşadıkça insana biraz sessizlik, biraz kır, biraz kuş sesi pek hoş geliyor. (Gelmez mi, sükût en büyük huzur.)
- ''Ah insanlar, şu insan kalbi, yüz bin anlamlı bir sır, içinden çıkmak mümkün değil.'' diyordu. ''Acaba kötülük gibi iyilik de bulaşıcı mıdır?'' diye düşünüyordu.
- Gece o kadar güzel ki, istifâde etmemek cinâyet sayılır. (Gecenin sessizliğine sığınanlar :)
- Hep kabahat, daima aynı hayatı sürmekte... (Dönme dolap misâli, bir kısır döngü işte..)
- ...en küçük şeylerde, hattâ yoktan anlamlar çıkarılarak, bir şey bilmeden, yalnız uzaktan koku alarak o iftira icat eden insanlar arasında artık kendi sözlerinden bile korkmaları gerekecekti. (Dedikodu kazanı)

Kitap: Halepli Adil



Halep neresi? 
Yıkılmış, virâne olmuş, Suriye'nin iç savaş çıkmazı içinde enkazı kabristana dönmüş, insanlığı kana boyanmış bir şehir, Halep. Tabiri câizse, günümüzün Kerbelâ şehridir. Halep.

Cennetmekân Yavuz Sultan Selim Han'ın 1517-Mısır Seferi sırasında Osmanlı İmparatorluğu'na topraklarını kattığı ve 403 yıl boyunca Osmanlı'nın hüküm sürdüğü kadîm topraklarımız Suriye, Şam, Halep, Humus, Hama. Komşu ülke Suriye’de bugün yaşayan ve resmî veri olmamakla birlikte 1,5 milyon civarında Türkçe konuşan ve 2 milyona yakın da dilini unutmuş Türkmen soydaşımız mevcut. 

''Bir oyuncak sanmış idik bir zamanlar koca şehri,
İşte geldik gidiyoruz şen olasın Halep şehri.''

Bugün ülkemizdeki Suriyeli mülteci nüfusu, son kayıtlara göre toplam 3 milyon 672 bin küsur kişi. Büyük çoğunluğunun güvenlik sebebiyle, ekonomik sıkıntılar ve kitapta da değinildiği üzere mezhep ve kimlik çatışmaları yüzünden ülkelerini terk etmek zorunda kalan Suriyeli sığınmacılar büyük oranda Türkiye, İran, Irak, Lübnan ve Mısır'a göç ediyor. Bunların çoğunluğu Suriye'ye komşu ülkelerdeki kamplarda veya evlerde kalıyor. Gelenlerin çoğunluğu ise Halep şehrinden. Bugün büyük çoğunluğu Hatay olmak üzere, Şanlıurfa, Gaziantep ve Kilis şehirlerinde çadır kentlerde yaşamlarını sürdürüyor. Diğerleri ise ülkemizin çeşitli illerine dağıtılmış vaziyette. 

''Mazlumu ezen midir anlamı güçlünün, 
Yaşananları ifade bile edemez mânâsı hüznün. 
Tarih hesap soracak bir gün zalimlerden elbet, 
Bu büyük suçun cezası ne tutukluk, ne müebbet.''

Düşünecek olursak; her gün haberlerde görüyoruz zulmün görüntülerini. Toz dumanları, silah sesleri arasında bombalarla harap olmuş, vahşetin kol gezdiği bir şehrin içinde küçük çocukların kollarının, bacaklarının oyuncak bebeklerin kol ve bacakları gibi kopması, direnenlerin bile kurşuna dizildiği kanlı bir coğrafya. O çocukların psikolojisini biraz düşünürsek, belki yaşamları boyunca atlatamayacakları bir travma geçirdikleri aşikâr. Biraz vicdan ve empati bakış açımızı ve önyargılarımızı değiştirir, diye umuyorum. 

Dünyanın bir tarafında insanlar refah, medeniyet, vurdumduymazlık içinde yaşarken, başka yerinde ise memleketinin doğal ve tarihi güzellikleri sömürülürken ölüm-kalım savaşı veren insanlar var. ''Bu toprakların çocuğu olmadığı belli, dil bilmez, uzun sakallı, Afgani kıyafetli birtakım insanlar'' dan bahsediyor kitapta. Yani Suriyeli olmadığı halde çıkar peşinde koşan sözde bölge insanının haklarını savunan insanlar.

Bugün Türkiye, Suriye sınırımızda hâlihazırda birtakım sıcak operasyonlar yürütüyor. Güney sınırımız ülkemiz için kırmızı çizgilerden biri. Suriye sınırını, bölgede mevcut terör yapılanmasından temizlemek Türkiye'nin zaruri görevidir. Bu konuda rahmetli Halil İnalcık Hocamıza hak veriyorum; ''Bugün Türkiye'de güçlü bir ordu olmasa, Ermenistan hazır, Rusya hazır, Yunanistan hazır. Suriye bile Hatay'dan vazgeçmiş değil. Dört taraftan çevrilmiş durumdayız. Eğer güçlü bir ordumuz olmazsa, Türkiye ertesi gün parçalanır. Güçlü ordu, Türkiye için hayatî bir zarûrettir.'' 

Ihlamur Dergisi'nin yayıma hazırladığı, güney sınırımızın gündemden düşmediği son yıllarda, ilgi çekici bir kitap olmuş. Bir gün bir bombanın evlerini enkaza çevirmesiyle yakınlarını kaybeden aile, şehirden ayrılmaya karar verip Türkiye'ye sığınır. Dilini bilmediği bir memlekette Adil dışlanarak da olsa işe başlar, zamanla alışır. Keşke atabilsek şu önyargımızı, insana insan gözüyle bakabilsek.. 

Kitapta, Amcaoğlu Mahmut karakterinden hiç hazzetmedim; çünkü kendi milliyetinden, milletinden, geldiği topraklardan, ailesinden utanıyor, uzaklara gitmek, Yunanistan'dan Avrupa'ya geçip refah bir hayat sürmek istiyordu. Elindeki parasının bir miktarını ailesine pasaport ayarlaması için bazı arkadaşlarına verip sınırların tutulduğu haberini alınca umutları yıkılıyor ve yasa dışı yollara başvurmaya karar veriyor. İnsan tüccarlarına inanıp kendisini ve ailesini tekneyle güvenli bir şekilde karşı kıyıya ulaştıracaklarına dair kapora veriyor ama nafile ne gelen var ne giden. Sonunda apar topar kalan son parasıyla bir bot satın alıp 14-15 kişi biniyorlar ve gecenin karanlığında gözden kayboluyorlar. Sabah olduğunda ise kıyıda cesetleri bulunuyor. Size de tanıdık geldi değil mi, bu gibi hikayeler haberlere konu oluyor maalesef. 

Bugün insanlık nâmına kılını kıpırdatmayıp da insan haklarından söz eden ülkelerin yapamadığını mültecilere kucak açarak Türkiye yapıyor. Bunun yanlış bir karar olduğunu 
iç güvenliğimizi tehdit eden sorunların başında geldiğini bugün apaçık görüyoruz. Merak edenler için Suriyelilerin gözünden savaş, savaşın acımasızlığı, yaşamlarını sorgulayan insanların zor koşullar altındaki yaşam savaşı anlatılmış. Kısa olsa da etkileyiciydi. Kitapla ve sevgiyle kalın..
 
Kitabın Künyesi:

Adı: Halepli Adil
Yazarı: Hulusi Üstün
Türü: Hikâye
Sayfa: 48
Yayınevi: Ihlamur Yayınevi

...
 
"Kadduke el Mayyas ya Omri"
Senin endamın ey ömrüm...
(Türkçe'de Ada sahillerinde bekliyorum, güftesiyle söylenen şarkı. Bazı şarkılar var, hatırası yürek yakar.)

''Uhud min asiyl, nim ala hasiyr/Asil aileden evlen, hasırda da yatsa sorun etmez. 
Milletinden almayan, illetinden ölür..

''Kitap Şuuru, insanlık şuurudur.''
@müverriheninkaleminden

Şiir: Kuşlu Gazel


Koyup zarfın içine, üstünü acıyla pulladım
Sana bir sevinçlik menevişli kuş yolladım

Son kuşlarımdı bunlar, dedim telef olmasın
Geçti artık göğsümde kuş barınmaz anladım

Esti rüzgâr bozuk bozuk, örselendi yüreğim
Eksik gedik ne varsa ezberden tamamladım

Ben de sönen şavkıması sürsün diye yaşamın
Bu kuşları senin için gözlerimde sakladım.

Kim sürmüş Altıok Metin, dünyanın sefasını
Kirletilmiş bir zamanı yürürken adım adım

Şiir: Metin Altıok
Müzik: Mazlum Çimen
...
Yâdıma düştü ♡
Bazen bazı şeylerin üzerine çok şey söylenmez, dönüp dönüp okursun, dinlersin; her dizesine, her kelimesine vurulursun.. Defalarca hiç bıkmadan dinlediğim.. Yaraların içinde gizli bir sevinç barındığını anlatmış sanki.. ✿

''Öyle ki, bazen kuş mahpus olmaz da kafesini (göğsünü) mahpus eder kendine. İşte bu şiir mahpus olmuş kafeslerin kuşlara gazelidir.''

Biz fark etmesek de bastırdığımız duyguları bir bir gönül zarfına koyup üstünü acıyla pulluyoruz ve o duyguların bu zarfta çetelesi tutuluyor.. İnsanız şunun şurasında, hissediyoruz.. hissettiğimiz ölçüde insanız.. Madımak kurbanlarından Metin Altıok'a rahmet olsun.. Sen nasıl bir şairsin, her dizesiyle içimi okuyan..

Kuşlu Gazel demişken bir terennüm bırakalım şuraya..     
Fotoğraftaki kuşlara dokununca tek tek seslerini dinliyorsunuz..  
https://coneixelriu.museudelter.cat/ocells.php

Yüreğimizdeki kuşlar hiç susmasın, hep ötsün içimizde.. 
Umutlarımızsa hep yeşil kalsın.. 

@müverriheninkaleminden

Kitap: Paris'te Bir Osmanlı Sefiri: Yirmisekiz Mehmet Çelebi'nin Fransa Seyahatnâmesi

Osmanlı İmparatorluğu'nun 1720-21 yıllarında elçilik göreviyle Fransa'ya (Paris) gönderilen Yirmisekiz Mehmet Çelebi, toplum hayatımıza getirdiği bazı yenilikler ve hatırâtı ile hizmet etmiş, Paris'te de birtakım izler bırakmış ünlü bir Türk'tür. Asıl adı Mehmet Faiz'dir. Gençliğinde Yeniçeri Ocağı'nın 28. taburuna yazılmış olduğundan "Yirmisekiz" lâkabıyla tanınmıştır. Fransa Kralı XIV. Louis devrinde Türk-Fransız ilişkileri bozulduğundan iki devletin dostluğunu tazelemek amacıyla Yirmisekiz Mehmet Çelebi, oğlu ve maiyyetiyle birlikte yola çıkar. Çelebi'nin seyahati sırasında Fransa'da veba salgını olduğundan 40 gün karantinada kalmışlardır. Paris şehrine geldiklerinde düğün evi gibi bir kalabalığın kendilerini görmeye geldiklerini nakleder. Fransız halkı "Osmanlılar nasıl kişilerdir" diye merak ederlermiş; hattâ Fransız kadınları süslü kıyafet ve ziynetleriyle Çelebi ve refakatindekileri yemek yerken ve dahi Teravih namazını kılarken seyretmişlerdir.

Eser, dönemin Fransa'sını çok iyi yansıttığı için büyük öneme sahip. Dönemin Osmanlısının yabancı ülkelerle kıyaslandığında geri kaldığını; Fransa'nın gerek bilim, sanat, mimarî; gerekse astronomi, tıp alanında ne kadar ileri bir medeniyet olduğunu anlamak mümkün. Mehmet Çelebi'nin Fransa'da gördüğü çoğu şey o zamana kadar Osmanlı'nın yabancısı olduğu şeyler diyebiliriz. Çelebi, seyahati sırasında kendisine gezdirilen birbirinden güzel saraylar, süslü bahçeler, havuzlar, fıskiyeler karşısında ağır başlılığını korumuş, bunları takdirle karşılamış, aşağılık duygusuna kapılmadan gözlemlerini bize sade bir dille aktarmıştır. Çelebi ve refakatindekiler dönemin büyük ressamlarının gravürlerine konu olmuş ve Paris modasında da değişikliğe sebep olmuştur. Fransız kadınları bazı Türk kıyafetlerine bürünmüşlerdir.

Çelebi, seyahati sonunda Osmanlı'ya yeni fikirlerle dönmüştür. Oğlu Mehmet Sait Efendi'nin teşebbüsüyle kurulan matbaa bunun başında gelir. Ayrıca günü gününe yazdığı hâtıra defterini III. Ahmet'e rapor olarak sunmuştur. Çelebi Mehmet'in sefaretnâmesi, aynı zamanda bir seyahatname niteliği taşır.

Şevket Rado'nun seyahatnâmeyi, dilini bozmadan bizlere aktarması o dönemde kullanılan Türkçe hakkında fikir vermesi açısından takdir edilesi bir davranış. Yirmisekiz Mehmet Çelebi'nin akıcı ve sempatik üslûbu benim hoşuma gitti. Dili ağır değil. Belki güzîde eseri iki veya üçüncü okuyuşum. Anlatımdaki detaylar bakımından önemli bir eser. İlgililere tavsiye edilir. Kitapla ve sevgiyle kalın.. 

     Kitabın Künyesi:

    Adı: 1- Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi’nin Fransa Sefaretnâmes
     2- Paris'te Bir Osmanlı Sefiri: Yirmisekiz Mehmet Çelebi'nin Fransa Seyahatnâmesi (Her iki baskıyı da okudum. Dönemin dili açısından aralarında sadeleştirme farkı var.
    Yazarı: Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi Hazırlayan; Şevket Rado
Türü: Tarih, Anı, Seyahatnâme, Sefaretnâme
Sayfa Sayısı: 108
Yayınevi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
      
       ...

  ''Dünya mü'minlerin hapishanesi, kâfirlerin cennetidir.'' (Çelebi'nin Paris'te gördükleri karşısında serzenişi)

''Bizim vardığımız esnada Allah'ın emriyle Marsilya'da büyük hastalık zuhur edüp, (veba salgını) maazallah seksen bin kadar nüfus telef olmuş; belki daha ziyade olmak ihtimali ola... kendilerine bulaşmaktan ziyade korkuları olduğundan gelen kimselere kırk gün ve bazılarına daha ziyade geçmedikçe yanaşmazlar. Bu ayrı durma günlerine Nazaro'da kırantene (karantina) tabir ederler. Hele her ne hal ise, kırk gün tamam oluncaya kadar ol sıkıntılı yerde kalındı.'' (Karantinada kalan Osmanlı heyeti)

''Versay Sarayı'nın karşısında iki ahur bina etmişler. Her biri bağ ve bahçesiyle, müteaddit ve mükellef odalarıyla birer koca saraydır. "Bir ahur için bu kadar tekellüfe ne hacet var idi?" dedim. "Kasden öyle yapılmıştır. Françe padişahının ahuru Çasar'ın (Kayser, Alman imparatorunun) sarayından mükelleftir, denmek için bu tekellüfe himmet sarfolunmuştur." dediler.'' (Fransa Kralının Alman İmparatoruyla rekabeti)

''Paris şehri sokaklarında halk ziyâde çok görünür. Zirâ avretler daima sokaklarda hâne be hâne (ev ev) gezmektedirler. Asla evlerinde oturmazlar. Erkek ve kadın karışık olmağla şehrin içi ziyâde kalabalık görünür. Dükkânlarda oturup alış veriş edenler hep kadınlardır.'' (Fransız kadınlarının gezme merakı.)

''Kral (Çocuk kral XV.Louis) lalasıyle bizi görünce tahtından inüp bize doğru döndü, buluştuk. Ayak üzerinde birçok dostane sözler söyleştik, lâtifeler ettik. Lala Merşal (Mareşal), "Kralımızın güzelliğine ne dersiz?" diye sual eyledi. "Maşallah" dedik. "Henüz onbir yaşında, dört aylıktır. Şimdi bu boyu bosu ile hiç güzel olmaz mı? Hem saçları da takma değildir, bakın?" deyu kralı tutup arkasın çevirdi. Biz dahi saçlarına yapışıp ohşadık. "Yürüyüşü dahi güzeldir. Şöyle yürüyünüz, görsünler!" dedi. Kral dahi divanhane ortasına değin yürüyüp yine avdet eyledi. "Daha süratli hareket eyle, koştuğunuzu görsünler!" dedi. Kral tekrar koşarak divanhane ortasına varıncaya kadar avdet eyledi.'' (Çocuk kralın Osmanlı elçisine modellik yapması :)

''Fransa memleketinde kadınların itibarı erkeklerden üstün olmağla istedikleri ne ise işlerler ve murad ettikleri yere giderler. En âlâ beyzâde, en düşkününe haddinden ziyâde riayet ve hürmet ederler; ol vilâyetlerde hükümleri cârîdir. (Kadınların sözü geçer.) Hatta Fransa avretlerin cennetidir; zirâ hiç zahmet ve meşakkatleri yoktur, istedikleri her ne ise hemen yerine getirilir deyu söylerler.'' (Çelebi Fransız kadınlarından çok çekmiş olmalı :)