Kitap: Unutulmuş Sesler Odası

                                

Unutuldum, unutuldum, kurutulmuş güller gibi..

Alan okumaları, makaleler derken bazen bir kitabın hafifletici etkisine hasret kalıyorum. Bu kitap öyle bir kitap işte.. Üzerimdeki ağırlığı almış gibi sanki.. Birbirinden bağımsız, dinlendirici, huzur veren 18 hikâyenin anlatıldığı güzel bir kitap. Dünya koşturmacası içinde dikkat etmediğimiz ya da üzerinde fazla düşünmediğimiz noktaları, bize ustaca benzetmeler ve betimlemelerle aktarmış yazar Mesut Doğan. İnsanı iç dünyasına sürükleyen ve yer yer sarsan imgelerle yazarın gözlem gücünün ne kadar güçlü olduğunu görüyoruz. Hikâyelerdeki insan ve doğa tasvirlerini, ruh tahlillerini çok başarılı buldum. Kitabı okuyunca hızlı yaşadığınızı, hayattaki detayları kaçırdığınızı göreceksiniz..

Satırlar arasında eşyalar bile konuşuyordu sanki.. Rüzgârın, havanın, yaprağın.. Yazarın betimlemelerine hayran kalmış olabilirim. Serdar Tuncer anlatmıştı.. Eskiden öyle zâtlar varmış, çıkarıp çorabını bir tarafa ayakkabısını bir tarafa fırlatmaz, onlara teşekkür ederlermiş. Sabahtan akşamaca üstüne bastım, bir defa gık demedin. Ceketini çıkarıp teşekkür edermiş, bugün beni soğuktan korudun. Ayakkabısını çıkartıp ''Yahu sana aşk olsun, ah ki senin gibi olabilsem. Sen olmasaydın...'' diye. Olur mu öyle şey demeyin. Olmuş öyle şeyler.. Mustafa Kutlu'ya selâm olsun, bir hikâyesinde şöyle anlatmış. ''Vaktiyle ayakkabıcılar vardı, oturur ayakkabıya eliyle (El işçiliği, fabrikasyon değil. Öyle bir defa da beş yüz kadar çıkmıyor, el işçiliği, tek tek.) dikiş atarken konuşurmuş. ''Seni giyen yanlış yere gitmesin inşallah. Seni giyenin yolu güzel yerlere düşsün. Seni giyen sıkıntı çekmesin.'' Ayakkabıyla konuşup, onun ilerde giyicisi olacak kişiye ayakkabının şahsında dualar edermiş. Yorgancı yorgan yaparmış. Desenleri birbiri üstüne işlerken, ''bilmiyorum ki nasıl bir insanın yorganı olacaksın. Yeni evlenecek bir çiftse, seni örtündüklerinde muhabbetleri artsın. Senin altında yatan sabah namazına kalkamamazlık edemesin.'' diye dua edermiş. Hani şimdilerle birbirimizle konuşmaktan imtinâ eder olduk, birbirimizi anlamaktan uzak olduk ya.. Eskiler ayakkabısını anlarmış, yorganını anlatırmış, suyla konuşurmuş. Bir bardak çayı bile sertçe yere koymazlarmış, bardak incinir diye korkarlarmış.

İncelikler medeniyeti azizîm. Şu incelikler dururken bu çağın hoyratlığını sevmemi beklemesinler. Eşyanın hakikâti diyorlar buna.. Eşyayı dahi incitmemek. Sağ olsun yazar, yazmamış, bize anlatmak için resmetmiş sanki. Altını çizdiğim satırlar şiir gibiydi benim gözümde.. tavsiye ederim. Kitapla ve sevgiyle kalın.. 

Kitabın Künyesi:

Adı: Unutulmuş Sesler Odasında
Yazar: Mesut Doğan
Türü: Edebiyat, Hikâye
Sayfa: 159
Yayınevi: Ötüken Neşriyat

...:

Zamanı sanki altımdan bir halı gibi çekip almışlar, uzaklara sürüklemişler. Bense olduğum yerde kalakalmışım. Sanki hayatı, zamanı yaşayamadan hızla yaşlanmışım. Tıpkı masallardaki bir arpa boyu yol giden adam gibi.

- ... ikinci el kitapların aslında her zaman hareket halinde olduklarını anladı. Yeni kitaplarınsa durağan olduğunu. Dokunduğu her okurun yüreğinden farklı mağfiretler, tecessüsler, pişmanlıklar ve umutlar taşıyan ikinci el kitaplar, bu kadar farklı duyguları ve yükü taşımaktan mutlu ve yorgun bir biçimde bir dünyadan diğerine seyahat ediyorlardı. Tıpkı bir ömür boyu aynı şehirde yaşayan insana rağmen tüm dünyayı dolaşan gezgin bir insan gibi.

- Dedem bizi yaşlanmaktan koruyan, bir duvar bir kalkan gibiydi. Yaşlılıktan korunmak için onun gölgesine sığınırdık. O yaşadığı müddetçe babam ve ben emniyet içindeydik. Yaşlılığın tüm zorluklarına sanki bizim adımıza o göğüs geriyor, yaşlılık sanki ona mahsusmuş gibi bizi rahatlatıyordu. Ovadan gelecek olan o sessiz yolcu dedemi bir yıkarsa sıra kesin bize gelecekti. O yüzden biz geri hizmet askerlik yapar gibiydik. Onda hiç ilerlemeyen inatçı bir yaşlılık vardı. Bize en çok bu güven verirdi. Ben hiç büyümüyordum mesela. Hep torun olarak kalıyordum. Onu ziyarete gitmemiz ve sağlıklı gördüğümüzde içten içe sevinmemiz, bizi koruyan bu sağlam duvarın hâlâ yerinde duruyor olmasıydı. (Artık yerinde durmuyor o koca çınarlar..)

- Bir ömrü, yalnızca yazanın okuduğu, okuyanın hemen unuttuğu, unutanın zaten bir şey hatırlamadığı, yazanın okuyandan çok olduğu, az olsa sanki ne olacağı, her şeyin günlük ve anlık tüketim nesnelerine dönüştüğü şeylere mi harcayacaktım? Sağlığında yazara maddi bir katkısı olmayan, ölünce bazı yazarlara artık işine yaramayacak zenginlik sağlayan kitapları mı bırakacaktım? (Okuyanın az, yazanın çok olduğu, ölenin öldükten sonra değerlendiği bir ülke burası)

- İçimde yıllarca dışarıya çıkmayı bekleyen bir hüzün tortusu iki damla gözyaşıyla kendine yol buldu. Dünya, sanki herkesin yenilgilerinden ve acılarından bir parça karıştırılmış, her yanı tozlara bulanmış, şekli bozulmuş ağır ve yılışık bir top gibi önümde yuvarlanıp gidiyordu. (Koca, yaşlı, şişko dünya :)

- Her ağacın yaprakları kendi dibine düşüyor ve toprağa karışıp çürüyordu. Bir ağacın dallarında doğup altında çürümenin çaresizliğini düşündüm sıkıntıyla. Birden "O'nun bilgisi dışında bir yaprak bile düşmez," ayetini hatırladım. Soğuk bir rüzgâr çarpmışçasına sarsıldım. İçimde tuhaf ve cılız bir ümit ışığı belirdi. (Tabiat gibi yenileniriz, başka bahara çiçekleniriz.. ;)

- Zaman, arkasında sürekli ikilemde kalan ruhlar ve hüzünlü yüzler bırakıyor... çaresizce çırpınan hayatlar bırakıyor.

- Boğazımda yutamayacağım kadar büyük bir şey düğümlendi. Anlamsız gibi görünen birkaç kelimenin arasını suskunluğuyla uzatarak ruhumda derin kuyular açıyordu. (Konuş, susarak deşme yüreğimi..)

''Kitap Şuuru, İnsanlık Şuurudur.''

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder